4 uçak, 40 ajan ve dublörüyle perşembe günü Esenboğa'ya inen Rusya Federasyonu'nun kudretli lideri Vladimir Putin ile Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Ankara buluşması, iki liderin 9'uncu randevusuydu.
Bir zamanlar düşman kamplarda yer alan iki ülkenin liderleri, 5 yıl içinde tam 9 kez değişik vesilelerle bir araya gelmişlerdi. 1972'de SSCB Yüksek Prezidyum Başkanı Podgorni'nin ziyareti üzerinden 32 yıl geçtikten sonra Aralık 2006'da Türkiye'yi ziyaret eden ilk Rus devlet başkanı unvanını kazanan Putin'in ülkemizi üçüncü ziyaretiydi.
Ankara'daki son buluşma, her yönüyle iki ülke ilişkilerindeki tarihî dönüşümü tescil eder nitelikteydi. Ortak uzay araştırmalarından enerjide işbirliğine tam 20 değişik konuda protokol imzalandı. İki lider de ele alınan her konuda anlaşmaya vardıklarını açıklarken, oldukça mutlu görünüyordu. Soğuk ülkenin ajan kökenli liderinin bol esprili konuşması, görüşmenin gayet olumlu geçtiğinin işaretiydi.
RUSYA, TÜRKİYE'NİN NERESİNDE?
Başta bu buluşmayı seyreden İtalyan Başbakanı Berlusconi olmak üzere, kritik ziyarete odaklanan dünya kamuoyu, iki liderin ağzından şu çarpıcı gerçekleri öğrendi: Rusya, Türkiye'nin dış ticaretinde birinci ülke haline gelmiştir. Türkiye de Amerika ve İngiltere gibi ülkeleri geride bırakarak, Rusya'nın ticaret ortakları arasında beşinci sıraya yükselmiştir.
İlişkinin grafiği o kadar yükselmiş ve karşılıklı güven o kadar artmıştı ki, iki lider artan meseleleri görüşmek üzere her yıl hükümetler arası bir toplantı yapmayı kararlaştırdı. Önümüzdeki yıldan itibaren iki ülkenin hükümetleri ortak toplantı yapacak ve böylece 'çok boyutlu stratejik ortaklık' yönünde tarihî bir adım daha atılmış olacak.
Türk-Rus ilişkilerindeki bu gelişmede asıl dikkat çeken husus, eski bazı önerilerin ve bazı yanlış analizlerin aksine gözle görülen bu ivmenin, Türkiye'nin ABD veya AB ile yaşadığı sorunların etkisiyle yöneldiği yeni bir eksen arayışının sonucu olmaması. Atatürk zamanında, Batı ile savaş içindeki Türkiye'nin zorunlu olarak Rusya ile iyi ilişkiler kurmasından veya Soğuk Savaş sırasında Johnson mektubundan dolayı Washington'a kızıp Moskova'ya yaklaşmasından farklı bir durum var bugün. Türkiye, Washington veya Brüksel'de yüz bulamadığı için Moskova'ya yaklaşıyor değil.
Aksine bugünkü Türkiye, doğudan batıya, Ortadoğu'dan Afrika'ya profili her alanda yükselen ve aynı anda bütün aktörlerle ilişkileri artan bir ülke. Unutmayalım ki, yeni ABD Başkanı Barack Obama'nın ilk ikili ziyaret için tercih ettiği ülke Türkiye idi. İki başkentin dünyaya bakışındaki paralelliklerin de etkisiyle iki ülke ilişkileri oldukça iyi durumda. AB ile bazı kronik sorunların yaşandığı malum, ama daha bir ay gibi kısa bir zaman önce başta AB Komisyon Başkanı José Manuel Barroso olmak üzere Avrupa liderlerinin Nabucco projesine imza koymak için Ankara'ya geldiğini hatırlayalım. Aynı şekilde, Türkiye, Ortadoğu ile ilişkilerde de en parlak dönemi yaşıyor. Bu değişimin altında, tarihinden coğrafyasına kültürel değerlerinden ekonomik potansiyeline kendi değerini fark eden ve bu bakışı politikalarına yansıtmaya başlayan Türkiye'nin öneminin hızla başkaları tarafından da anlaşılması yatıyor.
Bir ay gibi kısa süreyle, birbirleriyle rekabet içindeki Avrupalıların ve Rusların Türkiye ile kritik anlaşmalar yapması başka nasıl izah edilebilir? Ortak basın toplantısında Rus lider, enerji güzergâhları açısından Türkiye'nin vazgeçilmez konumunu açıkça ifade etti. Aynı gerçeği, bir ay önce de Avrupalı liderler ifade etmişti.
Moskova ile ilişkilerin bu derece gelişmesinde, rahmetli Turgut Özal'ın Sovyetler Birliği ile yaptığı ilk doğalgaz anlaşmasıyla başlayan, bavul ticareti, büyük taahhüt işleri ve turizmle çeşitlenen karşılıklı ekonomik bağımlılığın etkisini unutmamak gerekir. Ayrıca buna, başta Diyalog Avrasya Platformu olmak üzere Türk sivil toplumunun Rus toplumu ve aydınlarıyla kurduğu köprülerin rolünü de eklemeli. 7. Uluslararası Türkçe Olimpiyatı'nda ödül alan Rus Şarkiyat Enstitüsü Başkanı Prof. Rastislav Ribakov'un, Rusça yaptığı konuşmayı Rusya'daki Türk kolejinde Türkçe öğrenen torununun tercüme etmesi; Zaman Gazetesi ile İzvestia'nın ortak gazete çıkarması bu sivil etkileşim sayesinde mümkün oldu.
Ancak Moskova ile Ankara arasındaki buzları eriten, ilişkilerdeki patlamayı sağlayan, Rus lider için Türkiye'yi rutin ziyaret güzergâhı haline getiren asıl nedeni, derin Rusya'nın Türkiye'ye bakışındaki değişimde aramak gerekiyor. Bu değişim olmasaydı, derin Moskova'nın gözünde Türkiye hep Batı'nın ileri karakolu olarak kalır. Çeçenistan ve Tataristan gibi en hassas olduğu konulardaki tavırlarından sürekli kuşku duyulması gereken bir komşu olarak görülürdü. Peki derin Rusya'nın Türkiye'ye bakışı nasıl değişti?
GÜVENİ PEKİŞTİREN GELİŞMELER...
2004'te dışişleri bakanı iken Abdullah Gül'le gittiğimiz Moskova'da bu değişime kapıyı açan en önemli faktörü, o zaman devlet başkanı olan Putin bizzat ifade etmişti. Bu, TBMM'nin 1 Mart tezkeresini reddetmesiydi. KGB kökenli olduğu için derin Rus bakışını çok iyi bilen Putin, tezkereye kadar Moskova'nın Türkiye'yi, muhatap almayı hak edecek bir aktör olarak görmediğini, bu yüzden gerektiğinde Ankara yerine patronu Washington'la görüşmeyi tercih ettiklerini söylüyordu. Ama tezkere kararıyla Türkiye aktör olduğunu göstermişti.
Bunu Putin'den duymadım, ilişkilerdeki güveni pekiştiren ikinci gelişmenin Gürcistan krizi sırasında yaşandığını düşünüyorum. Hatırlarsanız, Gürcü-Oset çatışması şeklinde başlayan kriz, kısa sürede Gürcü-Rus ve ABD-Rus ve NATO-Rusya krizine dönüşmüş ve Türkiye de hadiseye taraf haline gelmişti. Türkiye'nin çok yakın ilişki içinde olduğu Gürcistan ve müttefiki Amerika ile Rusya arasında nasıl bir yol izleyeceği soru işaretiydi. Başbakan Erdoğan'ın bu kritik anda hem Moskova'yı hem de Tiflis'i ziyaret ederek taraf tutmaktan ziyade çözüme yardımcı olmayı tercih etmesi çok olumlu bir işaretti. Ama Türkiye, Moskova'nın gözünde güvenilir ülke imajını, asıl Boğazlar yoluyla Gürcistan'a geçmek isteyen Amerikan savaş gemilerine, 1936 tarihli Montrö Anlaşması'nı harfiyen uygulayıp 'hayır' diyerek kazandı. Zira bu, ne Amerikan karşıtlığı ne de Rus yandaşlığıydı. En kritik zamanda Türkiye'nin muhatap alınmaya değer bir aktör olduğunun ispatıydı.
Bu karşılıklı güven sağlandıktan sonra, ilişkilerin daha da gelişmesi kimseyi şaşırtmamalı. Öyle sanıyorum ki, Türkiye bu krediyi sadece ekonomik ilişkileri geliştirmekte kullanmaz; demokrasi, azınlık hakları, federasyonda yaşayan Müslümanların sıkıntıları gibi konularda da devreye sokar ve yapacağı dostça ikazlar Batı'nın uyarılarından daha etkili olur.
Kaynak: Zaman