'DERGÂH 300' ile hikâyemiz

Saymaya başladığımda işin içinden çıkamayacağımı anladım. Birileri mutlak ihmal ediliyordu, başka listelerde de görmüştüm. Bir de kuşak meselesi var. Kendi kuşağını ezbere sayıyorsun ve kuşaklar katlandıkça bu zorlaşmaya başlıyor. Toplantı sırasında kimilerini unutarak saydığımı biliyorum. Konuşmaları dinlerken bahsi geçen kimi yazarları tanımadığımı fark ettim. İsimlerini duyduğum halde eserlerini okumadıklarım var aralarında. Aslında ne kadar çoklar. Ne kadar çoğuz!

Dergâh’ın ESKADER tarafından Timaş Kitapkahve’de düzenlenen “300. Sayı” toplantısında dergi sayfalarında metinleri yayımlanan sayısız isim konuşuldu, ancak ilişkili olan herkesi anmak imkansızdı. Oysa Mustafa Kutlu o kuşakların kendisine ilettiği metinleri tek tek okudu, eleştirilerini yazdı veya anlattı. Bir de dergi sayfalarında yer almayan eserlerin sahipleri var, onlar da bu “300”ün dışında değerlendirilmemeli. Hüseyin Akın konuşması sırasında dile getirdi: Belki metin içindeki bir cümle hatırına Dergâh sayfalarında yer bulurdu yazar ve yayımlanmış metin, eksik cümlelerin peşinde koşma dayanağı olurdu.

Yazılacak çok şey var, Mart ayında 300. sayısını tamamlayan Dergâh dergisi için, ama önce Kutlu’nun olağanüstü emeği geliyor akla. Hemen her sene yayımlanan bir hikâye kitabı, gazete yazıları, hatta genç yazarların metinlerine hasredilmiş geniş zaman dışında Dergâh’ın Yazı İşleri’ndeki odasına gelen ziyaretçilerine içtenlikle ayırdığı bir hasbihal zamanından özellikle  söz etmek gerek. Cengizhan Orakçı konuşmasında değindi: Anadolu’dan veya İstanbul’dan sayısız genç 1990’dan bu yana Dergâh’ın Cağaloğlu çevresinde adresi birkaç kez değişen merkezine defalarca geldiler ve iyi kabul gördüler. Ziyaretçiler özellikle metinleri yayımlanmaya değer görülen kişiler değillerdi. İçlerinden kimileri bir sohbet sırasında yazabileceğine inandı. Kimileri uzun mektuplar yazarak ulaştı sohbet saatlerine. Ali Ayçil ve Hüseyin Akın, Kutlu’yu ziyaretleri sırasında öncelikle metinlerin değil, hayatın talep ve gereklerinin konu edildiğini anlattılar. Genç adamın işi var mı, evli barklı mı; bu soruların cevaplarıyla ilgili olurdu. Genç kız yazarken neleri göze alıyor, bunu fark etmeyi önemsemek gerekirdi. Ali, Kutlu’nun mektuplarının verdiği güvenle daktilo alarak yazmayı sürdürdüğünü dile getirdi.

Zamanın hızlı çarkları karşısında neyi nasıl koruyor ve geriye neyi bırakmış oluyoruz? Enver İbrahim’in “The Astounding Eyes of Rita” (Rita’nın Şaşırtıcı Gözleri) adını taşıyan ezgisini sıklıkla aynı video üzerinden izliyorum. Ekranda akan siyah beyaz fotoğraflar zamanın süratli akışı karşısında dayanıklı olmayı başaran üzerine düşündürür beni her dinleyişimde.

Söz, muhabbet ve iyilik. Adımızı dostlukla çağıran bir ses; geriye kalan mutluluk (ve rıza) sebebi. Dergâh ziyaretleri lise yıllarından itibaren Cağaloğlu yokuşu tırmanmalarıyla arayışını sürdürdüğüm edebi kamu katılımı konusunda bir dönüm noktasını teşkil ediyor; daha öncesi umutsuz, üzücü, niye işte öyle olamadığına dair cevap aramak üzere ara metinler yazmaya götüren tecrübelerdi. 1983’ten bu yana Dergâh’a gidip geliyorum. Ali Ayçil’in anlattığı gibi sohbetlerimizde metin genellikle ikinci hatta üçüncü planda yer almıştır. 1983’te, “Yoksulluk İçimizde”yi okuduktan sonra Dergâh’ın Çatalçeşme Sokak’taki merkezinde gidip buldum Mustafa Kutlu’yu. İsmail Kara’yı da ilk kez orada tanıdım. Yeni Devir’de Yoksulluk İçimizde üzerine bir yazı yazmıştım, ama orada söz etmedim o yazıdan; kayda değer bir metin değilmiş gibi geliyordu bana.

Dergâh 300’ü anlatırken ister istemez Mustafa Kutlu’yu ve onu anlatırken de farkına varmadan kendi yazarlık maceramı anlatmaya geçiyorum. Bir ortamda bazen “meslektaşım ve hemşehrim” diye tanıtırdı ki henüz kendimi yazar olarak görmediğim için sorumlu hissederdim kendimi. 1986’da ilk romanımı –ki aslında epeyce ham bir taslaktı- okudu ve “bana yakın ama yayımlatma” dedi. Sende yazar kumaşı var, yazmalısın, deyişi çok önemliydi. Dergide 1990’ların başlarında yayımlanan İran sineması etrafındaki metinlerimi geliştirmemi teşvik eden tek kişiydi neredeyse.

Dergâh söz konusu olduğunda benim için çok daha öncesi var tabii. Yatılı öğrenci olduğum yıllarda okulun zengin kütüphanesinin müdavimiydim. Geyik muhabbetlerine bir yere kadar yer açabilir ve sonra soluğumun tıkanmaya başladığını duyar, dergi karıştırmak veya klasiklerin dünyasında keşiflerde bulunmak üzere kütüphaneye koşardım. Hareket Dergisi ile orada tanıştım. Nurettin Topçu’nun sahicilik, hakikat ve adalet arayışını yansıtan sesinin izini sürerken Dergâh Yayınları üzerinden Kutlu’ya ulaştım. Bastırılmış bir varlığın bir dar alana sığamadığını anlatan devinimlerinin fark edildiği yıllardı. Süratle okuyor, coşkuyla yazıyorduk. Zorba tanımlar ve tariflere karşı kendi sesinin ifadesinin değerine inandıracak ortamlar öylesine kısıtlıydı ki… Birleşik Dağıtım’a gider, kutularla kitap alırdık. Hakk’ın rızasını kazanmanın yolu halka hizmet etmekten geçmiyor muydu? Ne öğrendiysen paylaşmakla mükellefsin. Gecekondu mahallelerine giderek kadınlarla sohbetler ediyordum. Kimdi ki o uğruna devrimler yapılmak istenen, darbeler yapılan halk… Hayallerdeki halkbulunamadığında gerçeğinden duyulan nefretin adı devrimcilik değil, konformistlikti. Halkın gönlünü kazanmak emek isterdi. Uzun Hikâye, Rüzgarlı Pazar, Yoksulluk Kitabı, Tirende Bir Keman… Dergâh’ın Anadolu veya İstanbul içinde taşralı muamelesiyle görünmez kılınan edebiyat âşıkları için en faal alan haline gelmesi bir rastlantı olmasa gerek.

Sanat ve edebiyatın “başka türlü”yü görme sorumluluğundan söz eder Kandinsky, “Sanatta Zihinsellik Üzerine” isimli kitabında. Bağrında iyileşmenin çekirdeğini gizleyen bu “başka türlü” olma hali, kişiliği ifade eder sanatçıya göre. Daha geniş bir alıntı yapıyorum: “…nesnede kaba malzeme olmaktan öteye gidemeyen şeyi görmekle kalmayıp daha ileri giderek, gerçekçi dönemin olduğu gibi, ‘hayale dalmadan”, yalnız başına vermeye çalıştığı nesnesinden daha az bedensel olan bir şeyi görme olanağı da vardır.”

Ve “zihinsel uyanışın zihinsel ekmeği…” Çoluk çocuğunun nafakası için çalışmayan öykü yazmasın, demek ister adeta Mustafa Kutlu. Bu yapıldığı takdirde ise sanat tıpkı somun ekmek gibi önüne gelebilir. Mahmut Derviş Naci el-Ali’nin sanatı için “ekmek” metaforunu kullanmıştı yine: “Sade, ama mucizevi, tıpkı somun ekmek gibi.” Sanatçının “toplumsal sorumluluğu” bu anlamda bir hayli somuttur. Kutlu’nun hikâyeleri ve denemelerinde, Nurettin Topçu’dan Sait Faik’e, Tolstoy’dan Maksim Gorki’ye, Mansfield’tan Füruzan’a birçok yazarın anlatmaya çalıştığı sahne ve olgular şimdiki zamanın süzgeciyle tazelenmiş, “burada”ya özgü bir işçilikle derinleşmiş olarak kendine özgü bir hüviyet kazanır.

Cinsiyetçi ve feodal olmayan dil ve yapı, kadın yazarların metinlerine de olması gereken yeri açtı ve Dergâh’la birlikte sesini bulan kadın öykücüler ve şairler olgusu çıktı ortaya. Kutlu’nun hikâyelerinde de tespit edilebilen bir dil ve yapı bu. Onun kadın kahramanları Yoksulluk İçimizde, “Chef”, Kapıları Açmak, Nur gibi eserlerinde okunabileceği üzere körelmek bilmeyen bir inanç ve umutla hayırlı işlerin arayışında etraflarını hareketlendirirler. Kutlu’nun hikâyeye yüklediği anlamla “Dergâh 300”, aynı edebiyat ve hayat görüşünü yansıtırlar. En önemli romanlarını 1980’lerde yayımlamış olan Japon romancı Kenji Nakagami’nin “ara sokak” metaforuyla anlattığı bir alanın seslerini duyurur “Bu Böyledir”, “Sır” ve “Huzursuz Bacak”ın uzamları; ayrımcılığa karşı direnişi beslemiş olan bir uzamdır söz konusu olan. “Ara sokak” metaforunun kastettiği bir bereket var. Dergâh sayfalarında yer bulan nice yazar daha sonra edebiyat hafızamızda canlılığını koruyan ve hâlâ yayınlanmakta olan dergilerle yollarına devam ettiler. Bu dergiler de öylesine çoklar ki ihmal ettiklerim olabilir diye isim vermekte zorlanıyorum.

Dergâh, kemalist seçkinciliğin varlığını bastırdığı büyük bir sanat ve edebiyat enerjisinin temayüz ettiği büyük bir bahçenin de adı oldu en azından 35 yıl boyunca. Şeriati ve Topçu arasındaki duyarlık ve eleştiri ortaklığında Paris yılları ve Massignon öğrenciliği ne ölçüde rol oynamıştır acaba? Kendinde olanı, temel dinamiklerini belirleyen kavramları yeni bir duyuşla aktif hale getirme sorumluluğu iki düşünürde de ortaktır. Suavi Kemal Yazgıç İzdiham yazısında altını çizmişti: Tenezzülsüzlük, Dergâh 300’ün jeneriğinde Kutlu’nun kendi rolünü “Yazı İşleri” olarak ifadesinde temayüz ediyor. Sahici varoluş üzerine düşünme atölyesinin bürolara, koltuklara, şiltlere ve çeşitli ünvanlara ihtiyacı yoktur.

Dergi olabildiğince sade, ancak az emekle çıkmıyor. Onların birlikte oluşturduğu uyumdan söz etmeliyim: Mustafa Kutlu, İsmet Özel, İsmail Kara ve elbette Ezel Erverdi. Hikâye, şiir, düşünce ve eleştirinin miyarı hakkaniyettir; yiğidi öldür, hakkını yeme. Başta Ezel Erverdi olmak üzere Erverdi ailesinin benimsediği, Dergâh’a kendi muhit özelliğini kazandıran yürüyüş sessiz, ısrarlı, inanmış bir “kanaat ekonomisi” ile devam ediyor. “Somun ekmek” nedir? Takdimsiz ilk Dergâh yazısına güç veren anlam; ta 1939’da yaşanıyor. 300 sayının reklamsız ve şatafattan uzak bir baskıyla yayımlanıyor olması, yukarıda andığım kişilikli olma halinin göstergesi. İçeriğine güven duyduğuna göre süse püse ihtiyaç duymuyor, bu içeriği eğip bükmeyi talep eden maddi desteklere de gönül indirmiyor. Sahih bir arayış içindeki sanat ve edebiyat insanları birbirini fark ediyor. Dergâh için röportaj yapma niyetimi konuşmak üzere Kiyarüstemi’nin evine gitmiştim Tahran’da. Dergiyi eline aldı, inceledi ve “Ben bu dergiye konuşurum” dedi. (O röportajı randevu tarihleri seyahatlerle iptal edildiği için bir türlü gerçekleştiremedim maalesef. )

Geriye doğru baktığımda ne çok fotoğraf var, anlatılmadan kalan. Not defterlerinde aceleyle kaydedilmiş anılar, anekdotlar, izlenimler… İbrahim Tenekeci’nin hediyesi “kömürcü sakası”nın bulunduğu –epeydir boş olan- kafes, saksıdaki kurutulmuş sarı çiçekler, duvardaki siyah-beyaz fotoğraflarda özetlenen Dergâh aktörleri, Kutlu’nun duvarları süsleyen tablolarındaki tek tek ağaçlar… Üstat konumuna yerleştirilmekten sıkılan yazar, “başka türlü” üzerine düşündüren yorumlarıyla o tek tek ağaçların anlattığı dirençli yalnızlığa meydan okumayı sürdürüyordur sanki. Dergâh 300 özgünlüğünü epeyce bu yaklaşıma da borçlu: Orada yazan herkes aynı zamanda tek başına bir hayli dirençli olmak zorunda.

Kutlu’nun, edebiyatta merkezi oligarşiye özgü sayılan süzgecin telkinlerine prim vermeden sahici kaygı ve çabalara cesaret sunan bir ortam söz konusu olduğunda kılı kırk yardığı muhakkak. Bu nedenle de Dergâh’ta bir metnin yayımlanması, yazarın edebi kamunun eşiğinden adım attığı anlamına gelir, ismine bir meşruiyet kazandırır. Bu meşruiyetin sebebi ne sadece arka plandır, ne de oturmuş şimdiki zaman yapısı. Meşruiyeti oluşturan şimdiki zamanın dürüst eleştirisidir aynı zamanda.

Eğri oturuluyorsa bile doğru konuşmak, gerekli sözü doğru bir ifadeyle ileterek hayatı ve bilinçleri zehirleyen karanlığa müdahale etmek… Kültür ve sanat başka da ne işe yarar ve yine kültür ve sanat, başka türlü bir bakışla sahici bir varlık oluşturabilir mi sanki…