AP ve DYP Genel başkanı, eski başbakanlardan ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, henüz kapanmamış bir siyasi dönemin en tipik örneğidir. İlerlemiş yaşına (87) rağmen siyaseti bir şekilde etkilemeye devam ediyor. Onu harekete geçiren hırs bir türlü dinmiyor.
2000'li yılların ortalarında Çankaya'dan Güniz Sokak'a inişini hatırlayalım: Herhalde eskiden padişahlar da ancak böyle şa'şalı karşılanırlardı. İslamköy Belediyesi bütün sokağı gülsuyu ile yıkamıştı. Galiba Fransız siyaset bilimcinin dediği doğru: Bazan demokrasiler "seçilmiş krallar" rejimidir. Bizde "kral" olmadığına göre Demirel'e "seçimle devlet başkanı olan ve seçimle tahtını bırakmak zorunda kalan padişah" dememiz gerekir.
Demirel'in 40 yıllık siyasi hayatını tek cümle ile özetlemek gerekirse, buna "ithal ikamesine dayalı siyaset" demek mümkün. "Kayıt dışı ekonomi" olduğu gibi, "kayıt dışı siyaset" de vardır. Nasıl Demirel sayesinde belli zümreler yıllarca kalın gümrük duvarlarıyla korunduysa; teşvik, kredi vb. yollarla devletin desteğini arkalarına alıp piyasada serbest ve adil bir rekabete fırsat vermedilerse, aynen bunun gibi Demirel'in söz sahibi olduğu siyasette de hiçbir zaman hakkaniyete ve adalete dayalı serbest rekabet de olmadı. Devlet bazı ideolojileri, kimlikleri ve yaşama biçimlerini destekledi, diğerlerinin önüne geçmek, bastırmak için elinden geleni yaptı. Bazı şahıslar ve aileler büyük servetlere sahip oldu, bunu Demirel'in aile fotoğrafı içinde yer almaları sayesinde elde ettiler. Demirel'in siyasette çizdiği strateji, güç, statü ve serveti denetiminde tutup bildiği şekilde dağıtmaktı. Bundan dolayı Demirel daima havuzuna bal akıttı, balla uğraşanın parmakları da ballanır, bundan dolayı herkes onun yakınında olmak için çırpındı durdu. Ama "mahkeme kadıya mülk değildir."
Demirel bütün bunları yaparken eğer demokrasinin gelişmesi yolunda sahici bir bedel ödeseydi yine de ona minnet duyardık. O darbelerde şapkasını aldı çıktı ve "Bunu niçin yaptınız?" diye soran Amerikalı gazetecilere kendi üslubunca soruyla cevap verdi: "Siz olsaydınız na'pardınız?"
Onlar ve başkaları, mesela Ruslar öyle yapmazdı. Yeltsin, tankların üzerine çıktı. Bazı siyaset bilimcileri ve gözlemciler şu kanaatte: Belki Demirel olmasaydı ne müdahale olurdu, ne de olan müdahaleler bu kadar rahat gerçekleşirdi. Demirel'in müdahaleleri siyasetin ana stratejisi olarak algıladığına dair çarpıcı örnek 28 Şubat 1997 postmodern darbe sürecidir. Başka güç ve faktörlerin rolü ne olursa olsun, bu sürecin belirleyici aktörü Demirel'di. Öyle bir kriz yarattı ki, bir kere daha onun "denge adamı ve kurtarıcı" olduğuna inanmamızı istedi bizden. Ama kaderin cilvesine bakın ki, bizzat kendisi 28 Şubat sürecinin kurbanı oldu. Eğer 28 Şubat olmasaydı, 5+5'te FP'nin oylarını kolayca alır ve bir beş sene daha Çankaya'da otururdu. Ava giden avlandı.
Demirel'in siyasi tarihimize kaydedilecek önemli vecizeleri var. Bunları hiçbir zaman unutmayacağız: "Bana milliyetçiler adam öldürür dedirtemezsiniz"; "Verdimse ben verdim"; "Devlet bazan rutinin dışına çıkar" vs.
Demirel'in bu ülkenin demokratik siyaseti üzerinde bıraktığı etki kolay kolay silinecek gibi değil. Ama ondan en büyük zararı görenler, her dönemde onu "ehven-i şer" görüp destek veren kesimlerdir. Bu ülkenin muhafazakar, dindar Müslüman kitlelere verdiği hiçbir sözü tutmadı, onların masum duygularını ve inançlarını siyasetin basamaklarını tırmanırken ucuzca kullandı. En çok o İmam Hatip okulu açtı, ama yine o keskin bir balta ile bu okulları budadı. Her alanda onlara kaşıkla verdiğini kepçe ile geri aldı. En kritik zamanlarda onlara arka çıkmadı, yüzlerine bile bakmadı.
1991 seçimlerinde "konuşan Türkiye" dedi, insanları peşine taktı, ama Türkiye'yi konuşanların ağır cezalara çarptırıldığı ülke haline getirdi. Karakol duvarları camdan olmadı, tam aksine kendisi ABD Devlet Başkanı Clinton'ın önünde "Türkiye'de işkence olduğu"nu kabul etti. 1980'lerden sonra, din, laiklik, düşünce özgürlüğü gibi konularda ne söylediyse iktidara geldiğinde tam aksini yaptı. "Kürt realitesi"ni tanıdığını ilan etti, arkasından bunu ağzına alan herkesin "bölücü veya bölücülere destek veren gafiller" olduklarını söyledi. Rahmetli Cemaleddin Kaplan'ın konuşmalarını kastederek "Bu koskoca devlet derme çatma bir kulübe değil, bu korkular yersizdir, siyasette birileri tarafından kullanılmaktadır" dedi, ama dini inancı dolayısıyla başını örten gencecik kızları "En büyük tehdit" ilan etti, haklarını arayan başörtülülere ve ailelerine "Suudi Arabistan yolu"nu gösterdi. Yıllarca "Nurlu Başbakan" diye arkasından gidenler hiç bu kadar mağdur olmamış, horlanmamış, dışlanmamış, itilip kakılmamıştı; ama o "Bu ülkede Müslümanlığın baskı altında olduğunu söyleyen kim, camiler açık değil mi?" diye çıkıştı. Bununla yetinmedi, aklınca Kur'an'ın ahkam ayetlerini sınırlandırdı, bunlarla amel edilmese de bir şeyin değişmeyeceğini ilan etti. O, toplumun değil, daima imtiyazlı bir azınlığın ve devletin hukukunu korudu.
Turgut Özal'a kan kusturdu, ama onun yöntemlerini –fazlasıyla- kullanmaktan çekinmedi. Özal'ın bu ülkenin çevre güçlerine kazandırdığı her şeyi geri aldı ve ithal ikamesine dayalı politikalarla merkezdeki çekirdeğe iade etti.
Demirel'in siyasi hayatını şöyle bir gözden geçirdiğimizde, Aristo'nun "Demokrasileri yozlaştıran şey demogoji"dir sözü geliyor aklımıza.
Ben fikirle uğraşan bir insanım. Benim fikri hayatımın üzerindeki baskıların kaldırılması yönünde onun hiçbir çabası olmadı.
Eğer Hz.Ömer'in dediği gibi "Dicle kenarındaki bir keçiden devlet başkanı sorumluysa" Demirel de milyonlarca insanın acılarından sorumludur.
Padişahlara yaraşır bir törenle evine dönerken Güniz Sokak'ta asılı bir pankart anlamlıydı: "Ne Çiller ne Yılmaz/ Bu ülke sensiz olmaz!" Bu, Demirel'in eskisi gibi siyasetin güçlü bir aktörü olmaya devam edeceğinin işaretiydi. Öyle de oldu. Son gelişmeler Demirel'in kayıt dışı siyasetin kurallarını bütün incelikleriyle işletip hala ülkenin genel gidişi üzerinde etkili olduğunu göstermektedir.