Değişiklikler ve süreklilikler

Sonuçları heyecanla beklenen 29 Mart yerel seçimleri, tahmin edildiği gibi çeşitli ve zaman zaman da çelişik yorumlara yol açtı. Yorum farklarında, yorumcuların siyasi tercihlerinin de kaçınılmaz şekilde etkili olduğu görülüyor. Bunda elbette, yerel seçimlerin bir genel seçim havasına, başka bir deyimle iktidar partisi hakkında bir nevi güven oylamasına dönüştürülmüş olmasının rolü büyük.

Kesin resmî sonuçların ilanından sonra, bu seçimlerin daha bilimsel yöntemlerle ve daha ayrıntılı olarak analiz edileceği kuşkusuz olmakla birlikte, şimdiden göze çarpan bazı noktaların tartışılmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Bu noktalar, kanımca şöyle özetlenebilir:

Seçimler, bazılarının ileri sürdüklerinin aksine, ne AK Parti bakımından bir "hezimet", ne de CHP açısından önemli bir başarıdır. AK Parti'nin, 2007 milletvekili seçimlerine göre il genel meclisi seçimlerinde, yüzde 8 civarında bir oy kaybına uğradığı elbette doğrudur. Ancak 2007 seçimlerinin, Cumhurbaşkanlığı krizi, e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesi'nin ünlü 367 kararının doğurduğu olağanüstü şartlarda yapıldığı ve bu seçimlerde seçmenlerin önemli bir bölümünün AK Parti'nin "mağdur" edildiği duygusuyla oy verdiği unutulmamalıdır. Dolayısıyla daha doğru bir mukayese ölçüsü, AK Parti'nin 2004 il genel meclisi seçimlerinde aldığı yüzde 42 civarındaki oy oranı olmalıdır.

Buna göre, AK Parti'nin ülke çapındaki oy kaybı yüzde 3 civarında görülmektedir ki, ekonomik krizin yansımalarının hissedildiği bir dönemde bu, yadırganacak ölçüde bir oy kaybı değildir. Ülke çapında yüzde 39'luk bir oy oranı, bugünkü seçim sisteminde, milletvekilleri seçimlerinde de AK Parti'ye TBMM'de rahat bir çoğunluk sağlayacak bir orandır. Bu oy dağılımı ile yapılacak bir milletvekili genel seçiminde DTP'nin milletvekili sayısını yaklaşık iki katına çıkararak 40'tan fazla sandalye elde edeceği, dolayısıyla AK Parti'nin Meclis çoğunluğunun kritik 270-280 eşiği arasında kalacağı tahmini de abartmalıdır. Çünkü yüzde onluk ülke barajı değişmediği takdirde DTP, bu seçimlere de muhtemelen bağımsız adaylarla katılacak, bu nedenle oy yüzdesi tam orantılı biçimde sandalye yüzdesine yansımayacaktır. Kaldı ki, DTP'nin ülke çapındaki oy oranında, 2007 seçimlerine göre önemli bir artış olmamıştır. 2007 seçimlerinde çok büyük bölümü DTP'li olan bağımsız adayların toplam oy oranı yüzde 5,24'tü; bu oran, 2009'da ancak yüzde 5,63'e yükselmiştir.

Bu sonuçlara dayanarak, AK Parti'de önlenemez bir düşüşün başladığı, yüzde 38,8'lik oy oranının "iktidarın bir daha asla yakınına bile yaklaşamayacağı bir oy oranı" olduğu (Abdüllatif Şener'le mülakat, Vatan, 1 Nisan 2009) yolunda yapılan tahminler, aşırı derecede abartmalı ve muhtemelen sahiplerinin olmasını istediklerini yansıtan yorumlardır. Elbette böyle bir senaryo, tümüyle ihtimal dışı değildir. Ancak, daha genel seçimlere iki buçuk yıl varken bu kesinlikte tahminlerde bulunmaya, herhalde dünyanın en seçkin seçim tahlilcileri bile cesaret edemezler. Hele Türkiye gibi, seçmen davranışlarındaki oynaklığın (volatility) çok yüksek düzeyde olduğu bir ülkede...

Kaldı ki, genel seçimlerle yerel seçimlerin atmosferlerinin farklı olduğu, yerel seçimlerde ideolojik tercihleri, ya da kişi tercihleri yönünde daha rahatça oy kullanan seçmenlerin, genel seçimlerde daha "stratejik oy" kullanma, yani oylarını kazanma ihtimali olmayan küçük partilere vererek "israf" etmek yerine, kazanma şansını daha yüksek gördükleri "ikinci tercihleri" yönünde oy verme eğilimi gösterdikleri, bilinen bir gerçektir. Siyasi tarihimizde birçok örneği olan bu eğilim, 2009 seçimlerinde de ortaya çıkmıştır. Mesela İstanbul'da Saadet Partisi ve MHP büyükşehir belediye başkanı adayları, partilerinin il genel meclisi seçimlerinde aldıkları oy yüzdesinin hayli altında oy almışlardır. (Vatan, 1 Nisan 2009) Bu, SP ve MHP'li seçmenlerin, büyükşehir belediye başkanlığı seçiminde stratejik oy kullandıkları anlamına gelir. Bu psikoloji, muhtemelen bir milletvekili genel seçiminde de etkili olacaktır. Ancak, mesela SP, BBP ve DP bir seçim ittifakı yapabilirlerse, böyle bir ittifakın yüzde 10 barajını aşma şansı yüksek olacağından, bu psikolojik süreç işlemeyebilir.

CHP, DSP ile birlikte girdiği 2007 seçimlerindeki oy oranını (yüzde 20,88) yüzde 23,12'ye çıkarmıştır. Bu yüzde ikiden biraz fazla bir oy artışına tekabül etmektedir. Hatta 2009 seçimlerine DSP'nin ayrı olarak girdiği ve yüzde 2,78 oranında oy aldığı düşünülürse, bu artış daha da yüksektir. Ayrıca, büyükşehirlerde ve geleneksel olarak güçlü olduğu Trakya ve Ege-Akdeniz kıyı şeridinde oylarını ulusal ortalamasının üzerinde arttırmış olması da bir başarı sayılabilir. Buna karşılık CHP'nin temel zafiyeti, Türkiye'nin birçok bölgesinde tamamen etkisiz kalmış olmasıdır. Bu bölgelerin başında elbette Güneydoğu ve Doğu gelmektedir. Bölgenin bazı illerinde CHP'nin il genel meclisi seçimlerindeki oy oranları (Milliyet, 31 Mart 2009) şöyledir: Diyarbakır, 1,32; Batman, 1,66; Şanlıurfa, 2,24; Muş, 3,26; Mardin, 3,44; Şırnak, 1,26; Hakkâri, 0,04; Bitlis, 2,90; Bingöl, 3,07; Siirt, 3,34; Van, 2,34; Erzurum, 2,80; Elazığ, 6,80; Iğdır, 4,32. CHP'nin zafiyeti, sadece kimlik politikalarının güçlü olduğu Doğu ve Güneydoğu illeri ile de sınırlı değildir. Muhafazakâr eğilimlerin hâkim olduğu Orta Anadolu'da da durum benzer niteliktedir: Konya, 7,94; Kayseri, 9,26; Nevşehir, 12,09; Kırıkkale, 9,46; Aksaray, 8,13; Sivas, 11,90, vd. Bu oy profili ve belli bölgelere sıkışmış niteliği ile CHP'nin yakın gelecekte gerçek bir "ulusal parti" (bütün bölgelerde temsil gücü olan anlamında) ve ciddi bir iktidar alternatifi haline gelmesi güç görünmektedir. Mesele, bazı iyi niyetli gözlemcilerin sandığı gibi, bir liderlik ve üslûp meselesinden ibaret değildir. Sayın Kılıçdaroğlu'nun ideolojik sloganlardan uzak, dürüst ve enerjik kampanyasını ve aldığı sonucu şahsen takdirle karşılamama rağmen, bu üslûbun ülke çapında tekrarlanmasının CHP adına bir mucize yaratacağı söylenemez. Unutmamak gerekir ki, İstanbul, 1970'li ve 1980'li yıllarda da (varoşlarına rağmen değil, varoşlarıyla birlikte) CHP'nin kalelerinden biriydi.

MHP, üçüncü parti konumunu muhafaza etmekle birlikte, 2009 seçimlerinin en kazançlı partisi olarak görünmektedir. Bu parti, 2002 seçimlerinden bu yana, oylarını istikrarlı biçimde arttırmıştır: 2002 – 8,35; 2004 – 10,50; 2007 – 14,27; 2009 – 16,07. Bu yükselişte MHP'nin, milliyetçi muhafazakâr tabanının hassasiyetlerini ihmal etmemekle birlikte, demokratik sürecin demokrasi dışı müdahalelerle sekteye uğratılmasına kararlılıkla karşı çıkan, Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi sistemi kilitleyen değil kilidi açan, etnik çatışma tahriklerinden özenle kaçınan bir parti profili çizmesi, şüphesiz etkili olmuştur. Öyle görünüyor ki, muhafazakâr ve milliyetçi Anadolu seçmeninin gözünde MHP, AK Parti'ye karşı, CHP'den daha kabul edilebilir bir alternatiftir. MHP'nin başarı hanesine kaydedilmesi gereken bir husus da, şimdiye kadar daha çok Orta Anadolu illerinde varlık gösteren bu partinin, bu seçimlerde İç Ege (Balıkesir, Manisa, Isparta, Uşak) ve Akdeniz (Adana) bölgelerinde ciddi bir atılım yapmış olmasıdır. Tahmin edilebileceği gibi MHP, CHP gibi, Güneydoğu illerinde varlık gösterememiştir.

DTP'nin ülke düzeyindeki oy oranı, 2007 seçimlerinde bağımsız adayların kazandıkları oy oranının pek az üstüne geçmiş olmakla birlikte, bu partinin Güneydoğu bölgesindeki üstünlüğünü pekiştirmiş olduğunda kuşku yoktur. DTP, sadece bölge genelindeki oylarını AK Parti aleyhine arttırmakla kalmamış, AK Parti'nin elindeki iki önemli il (Van ve Siirt) belediye başkanlıklarını da kazanmıştır. Bu durum, Kürt politikalarının oluşturulmasında DTP'nin meşru ve önemli bir muhatap olarak kabul edilmesinin gerekliliğini, bu bölgede kimlik eksenli politikaların taşıdığı ağırlığı ve sadece hizmet ya da güvenlik anlayışıyla yürütülen politikaların buna bir alternatif olamayacağını açıkça ortaya koymuştur. Buna karşılık DTP, ülkenin diğer bölgelerinde yaşayan Kürt kökenli seçmenlerden önemli bir destek bulmuş görünmemektedir.

Seçime katılan seçmen sayısı ve yüzde 85 civarındaki katılma oranı, aylardır bazı siyaset ve medya çevrelerinin dillerine doladıkları "altı milyon hayali seçmen" iddiasının kendisinin ne kadar hayali olduğunu göstermiştir.

Seçimlerden çıkan genel tablo, Türkiye'de 2007 seçimleri ile ortaya çıkan, fakat kökleri daha eskilere uzanan dört-parti eğilimini teyit etmektedir. Bunlar, AK Parti'nin temsil ettiği, inanç temelli değerlere karşı duyarlı muhafazakâr eğilim, CHP'nin temsil ettiği laikçi eğilim, MHP'nin temsil ettiği milliyetçi-muhafazakâr eğilim ve DTP'nin temsil ettiği, Kürt kökenli vatandaşlarımızın kimlik eksenli taleplerini dile getiren kimlik politikası eğilimi. Endişe verici nokta, bu eğilimlerin büyük ölçüde belli coğrafi bölgelerle özdeşleşmiş olmalarıdır. Nitekim DTP'nin etkisi Güneydoğu; CHP'nin etkisi, büyük şehirler, Trakya ve sahil şeridi ile sınırlı görünmektedir. MHP, Orta Anadolu'daki kalelerinden İç Ege ve Akdeniz'e doğru ciddi bir açılım göstermiş olmakla birlikte, bütün Türkiye çapında etkili bir parti haline gelip gelemeyeceği henüz belli değildir. Bu anlamda AK Parti, Türkiye'nin bütün bölgelerinde en azından ikinci parti olarak önemli ölçüde oy alan, tek gerçek anlamdaki "Türkiye partisi" olarak görünmektedir. Dolayısıyla, değerli dostum ve değerli araştırmacı yazar Ruşen Çakır'ın AK Parti'nin "belli bölgelerde sıkıştığı" hakkındaki görüşünü (Vatan, 1 Nisan 2009) tekrar değerlendireceğini umarım. Belli bölgelere sıkışmış partilerin hangileri olduğu, seçim haritasında açıkça görülmektedir.

Türkiye partisi, başka bir deyişle, gerçek bir merkez partisi olmak, AK Parti'ye bazı avantajlar sağladığı gibi, onu bazı güçlüklerle mücadeleye de mecbur etmektedir. Kabul etmek gerekir ki, yüzde 8'lik (veya yüzde 3'lük) bir gerileme, hezimet olmasa da, başarı da değildir. Sorunlar isabetle teşhis edilip doğru politikalar uygulanmazsa, bu gerileme devam da edebilir. Birçok Batı ülkesindeki merkez partilerinin de karşılaştıkları bu ikilemleri, başka bir yazımda ele almayı düşünüyorum.
PROF. DR. ERGUN ÖZBUDUN - BİLKENT ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

Kaynak: Zaman