Siyaseti ülke sınırları içinde değerlendiririz ve herhangi bir dış etki ya da müdahaleyi olumsuz karşılarız. Oysa, her devlet gibi, biz de dünyanın bir parçasıyız ve diğer güçlerin hem etki hem de müdahalesine maruz kalabiliriz. Bunu önlemenin yolu tarihin çizgisine ayak uydurmak ve gücümüzü kendi geleceğimizi olumlu etkileyecek biçimde kullanmaktır.
Bu konuda genel eğilimden farklılaşıyorum. Mesela Suriye’de olanları hakın demokrasi talepleriyle açıklamanın son derece anlamsız olduğunu düşünüyorum. Bu talepler araçtır ve asıl hedefe varmak için kullanılmaktadır. Başından beri Arap Baharı olarak adlandırılan eylemlerim Akdeniz’de egemenlik mücadelesi olduğunu ve Tunus’taki olaylardan beri de bunun Suriye’ye sıçrayacağını savundum. Ama henüz gelişmelerin son safhasında değiliz. Asıl mücadelenin Basra Körfezi’nde olması muhtemeldir ve buna Şii-Sünni çatışması maskesi takılacaktır.
Türkiye’nin resmi ideolojisi sınırlarımız içinde geçerliydi ve bu hem savunma amacı taşıyor hem de büyük güçlere eski topraklarımız üzerinde bir iddiamız olmadığı mesajını veriyordu. Aslında bu da savunma amaçlıydı ve büyük güçlerin ülkemize yönelik operasyonlarını gereksiz kılıyordu.
Dünyadaki NATO-Varşova Paktı zıtlaşması yapaydı ve ABD ile SSCB’nin kendi alanlarını kontrol etmesini sağlıyordu. Bu denge Avrupa içinde gelişen ve ABD’de ortak bulan güçler tarafından değiştirilmek istendi ve bir ABD- Avrupa dengesinin kurulmasına çalışıldı. Türkiye’deki iç çatışmalar bu değişim sürecinin bir yansıması idi.
Son seçimlerle Türkiye farklı bir görünüme ve dünya görüşüne kavuştu ve bu tarihin akışına uygundu. Artık ülkemizin kendi sınırları içine hapsolması gerekmiyordu ve bu nedenle kuruluşumuzdan beri zaruri olarak savunduğumuz dünya görüşümüzü değiştiriyor ve bölgemizde etkili ve sorumluluğu olan bir ülke konumuna geliyorduk.
Bu konuda bir ikilemle karşı karşıya kaldık. Her yeni şey eskisinin yanlışlığını kabul etmekle gerçekleşir. Biz de geçmişi değiştirirken geçerli dünya görüşü içinde yapılan hataları ve hukusuzlukları insanların kusuru değil sistemin bir hatası olarak gördük. Bu yanlıştı ve haksızlıktı. İnsan hataları ile sistemin emrettiklerini birbirinden ayırmalıydık. Bir kişi o zaman geçerli dünya görüşüne uygun harket ettiyse ve bunu amirlerinin emrine uygun olarak yaptıysa suçlu sayılamazdı. Ancak işkence gibi insanlığa aykırı davranışlar hoş görülemezdi.
Bunun en açık örneği Kürt sorununa yaklaşımdı. Yönetenler dünyadaki değişimi fark edemediler ve homojen bir halkımız olduğunu savundular. Ayrıca bu düşünceyi gerçekleştirmek için insanlık dışı eylemlere başvurdular. İki hataları vardı. Biri tarihin seyrini anlamamak ikincisi yanlış yola başvurmak. Bu uygulamalar Türkiye’yi hem maddi hem de manevi açıdan büyük bedeller ödemek zorunda bıraktı.
Şimdi yapılması gereken şey, geçmişte olduğu gibi bizi yanıltacak olan iç ve dış etkilere kapılmadan doğru çözümler üretmektir. Bunun için şu soruya cevap aranmalıdır: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin çizdiği sınırlar ilahi bir emir midir? Bundan sınırlarımızı ülkemiz lehine çizmek gibi bir hevesim olduğu düşünülmesin. Sadece bölgede istikrarı sağlamak ve halkların güvenlik ve refahına katkıda bulunmak için nasıl bir yapı oluşturulması gerektiği sorusuna cevap arıyorum. Ülkemiz artık sadece kendi çıkarlarını düşünen pasif bir güç değil sorumlulukları da olan bir devlettir.
Kaynak: Star