Davos krizi yeni fırsatlara vesile

Başbakan Erdoğan ile İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez arasında yaşanan gerginlik bir dizi durumun yeniden değerlendirilmesini olanaklı kıldı.

Ortadoğu dengelerinde bugüne kadar ilginç bir diplomatik üslup kullanılırdı. Aynı "taraf"ta yer alan, mesela ABD ile benzer stratejik görüşleri paylaşarak aynı çizgiye taşınan ülke liderleri, aralarında ciddi rekabetler, anlaşmazlıklar hatta çekişmeler bulunsa bile bunları yüksek sesle dile getirmezlerdi. Dile getirilmesi ise zaten ilişkilerin bundan sonra kötü gitmesine karar verilmesi anlamına gelirdi. Karşı "taraf"larda yer alan ve çatışan taraflar ise zaten her durum ve koşulda düşmanca ifadeler kullanırlardı. Bununla birlikte, bu düşmanların aynı zamanda söylemleriyle hiç de uyuşmayan ortaklık faaliyetleri olabilirdi.

Bugün, söylenen ile yapılanın örtüşmesine olan ihtiyaç daha iyi anlaşılmış durumda. Üstelik üst düzey ilişkilerde "bir şey yok, her şey yolunda" türünden tavır sürdüren liderler, artık gerçek sorunları dile getirmekten çekinmiyorlar. Bu durum, dost ya da düşman olsun her devletin diğerini daha dürüstlükle anlamasına katkı sağlayacak gibi. Ermeni sorununun ABD Kongresi'ne gelmemesi için İsrail ile iyi geçinilmesi ya da İsrail'in bölgede var olabilesi için Türkiye'nin Arap ülkelerini dizginlemesi türünden lineer bağların çeşitlendirilmesine ihtiyaç duyulan bir konjonktür söz konusu. Ayrıca her eleştiri ya da diplomatik krizin iki ülke arasındaki köprülerin atılması anlamına gelmediği, dolayısıyla dostların birbirlerini rehin alacak siyaset üretemeyecekleri bir döneme de geçiliyor.

Yeniden değerlendirmeye ihtiyaç duyulan bir diğer konu ise Türkiye-İsrail ilişkileri ve Türkiye-"Batı" ilişkileri. Türkiye'nin İsrail'in Gazze politikalarını eleştiren tutumunun arkasında insani kaygıların yanı sıra stratejik kaygılar da bulunuyor. Gazze'de üslenmiş olan Hamas'ın oyundan tamamen çıkarılması amaçlı İsrail politikasına karşı Türkiye, Hamas'ın değil Hamas destekçilerinin oyundan çıkarılması gereğine işaret ediyor. Hamas'ın Filistin-İsrail görüşmelerinde taraf olması gerektiğini savunmak, esas itibarıyla İran'ın bu konudaki ağırlığını azaltma girişimini ifade ediyor. Zira Türkiye, Hamas ile İsrail arasına girerek, İran ile Hamas arasına da girmiş oluyor. Bu durumda Hamas'ın İsrail tarafından siyaseten kazanılmasına uygun bir ortam hazırlanabilir, tabii İsrail buna yanaşırsa.

Öte yandan Arap ülke liderlerinin hem İsrail hem de Hamas ile sorunları büyük. Bu durumda çatışan üç taraf, İsrail, El-Fetih ve Hamas bakımından Arap ülkelerinin yapıcı rolünü aramak kolay değil, kala kala bir Türkiye kalıyor.

İran'ı sınırlayacak ve aynı zamanda Ortadoğu'daki vesayet rejimlerinin de sorgulanmasına yol açabilecek tek ağırlığın Türkiye tarafından konabileceği anlaşılıyor. Bu ağırlığın konabilmesinin en temel iki koşulundan birisi, Türkiye'nin ABD dostu, İsrail müttefiki ve AB üye adayı olma konumunu koruması. Zira ancak bu yolla Arap ülkelerinin lider-toplum çelişkilerini barışçı yollardan dönüştürmelerine, İsrail'in Hamas'ı içeren projelere ikna edilmesine ve İran'ın Ortadoğu manipülasyonlarıyla değil, doğrudan "Batı"lı ülkelerle görüşme yoluyla sorunlarını halletmeye ikna edilmesi mümkün olabilir. Doğrusu buna ne İsrail ne de ABD'nin itiraz edeceği düşünülmemeli; tam tersine desteklenecektir.

İkinci koşul ise Türkiye'nin Ortadoğu sorunları karşısındaki tutumunu kendi içinde de yaşama geçirmesi. Bu, aynı zamanda Türkiye'nin "Hamaslaşma" izlenimi önündeki en temel garanti ve üstlendiği rolün teminatı. Konu İsrail olduğunda başka, Kıbrıs ya da Kürt konusu olduğunda başka davranan bir ülkenin şu an içine girdiği konumdaki rolünü sürdürmesi inandırıcı olamaz. Unutmayalım günümüzdeki çatışmaların özünde inandırıcılık sorunu bulunuyor.

Star Gazete