Darfur faciası ve insani değerler

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) bütün dünyada fakat özellikle İslam dünyasında ve Türkiye'de yankıları olacak önemli bir karar aldı. 

Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir'in Darfur'da işlenen suçlardan sorumlu olduğu gerekçesiyle tutuklanmasına karar verdi. Bu karar dünyada yeni bir dönemin başlangıcı olabilecek nitelikte. (Mustafa Erdoğan, "El Beşir'e destek insanlığa mı Müslümanlığa mı sığıyor?", Star, 7 Mart 2009)


UCM 2002'de kuruldu. BM üyesi ülkelerden çoğu mahkemeyi kuran sözleşmeye imza koydu ve imza koyanların sayısı sürekli artmakta. Halihazırda BM üyesi 192 ülkeden 108'i sözleşmeye katılmış durumda. İmzalamayan ülkeler arasında ABD, Çin, Rusya gibi önemli ülkeler bulunmakla beraber mahkemenin ağırlığının gitgide artması bekleniyor. Ne yazık ki Türkiye de henüz imza koymuş değil. UCM küresel adalet için çok önemli bir mahkeme. Soykırım yapan, insanlığa karşı suç işleyen kimseleri uluslararası toplum adına yargılama yetkisine sahip. Kuruluş yılı olan 2002'nin gerisine gidemiyor. Bunun ana sebebi üye olan ülkelerin dahi geçmişlerindeki kimi pisliklerle yüzleşmek zorunda kalmak istememeleri. Ama bu eksikliğine rağmen mahkeme uluslararası alanda gerçek bir ihtiyaca tekabül ediyor. Mahkemeyi harekete geçirme, yani ona başvurma yetkisi üye devletlere ve BM Güvenlik Konseyi'ne ait. Umulur ki başvuru hakkı da zamanla genişler ve mesela itibarlı uluslararası NGO'lar da bundan yararlanabilirler.


UCM'nin Darfur'la ve El Beşir'le ilgilenmesi boşuna değil. Sudan'ın Darfur bölgesinde yıllardır korkunç bir trajedi yaşanıyor. Doğrudan söylemek gerekirse bir grup Müslüman başka bir grup Müslüman'ı kırıyor. 2003'ten beri Müslüman fakat etnik olarak Arap olmayan bazı kabileler -siyah Müslümanlar- merkezî yönetime isyan halinde. Sudan yönetimiyse onları insanlığa sığmayacak yol ve yöntemlerle sindirme peşinde. Sudan yönetimi bu sindirme operasyonunda Arap Cancavid gruplarını araç olarak kullanmakta. Cancavidler iç savaşlarda görülen ve insanlığa karşı aleni suç teşkil eden hareketlerle siyah Müslümanları yok etmekte, işkenceye tabi tutmakta, yerlerinden sürmekte. Yapılanlar arasında akıl almaz vahşetlerle işlenen cinayetler, kadınlara ve çocuk yaşta kızlara sistematik ve daimi tecavüzler, toplu katliamlar, zorla sürmeler, köyleri yakmalar, siyah Müslümanları köle işgücü olarak kullanmak ve bunlara benzer şeyler yer alıyor. Tarafsızlığından şüphe duyulmayan ve bu tür suçları izleme ve ispatlamada çok tecrübeli uluslararası kuruluşların çapraz araştırmalarla da doğrulanan raporlarına göre Darfur'da soykırıma yaklaşan bir katliam yaşanıyor. Şimdiye kadar 300 bin kişinin öldürüldüğü ve 3 milyon kişinin yaşadığı yerlerden sürüldüğü bildiriliyor. Hiç şüphe etmememiz gerekir ki yapılan zulümleri ve verilen zararları tam olarak tespit etmek zor ve kayıp ve zararların rapor edilenlerden çok daha fazla olması kuvvetle muhtemel.


Bütün insanlık Darfur faciası karşısında yeterince ses çıkartmamak gibi bir suçu paylaşmakla beraber İslam ülkelerinin durumu çok daha kötü. Faciayı dünyaya İslam ülkelerinin duyurması ve herkesten önce onların bu vahşeti önlemeye teşebbüs etmesi gerekirken Müslüman ülke yönetimleri ve çoğu zaman da halkları sessiz kaldılar. Dramı dünyanın gözünden saklanamayacak hale gelince gündemlerine almak zorunda kaldılar ve bunu yaparken de, Şahin Alpay'ın ifadesiyle, "mazlumun değil zalimin yanında durmaya" meylettiler. ("Zalimlerin değil mazlumların yanında durun"), Zaman, 7 Mart 2009) Ne yazık ki Türkiye'de de durum çok farklı değil.


Darfur olayı Türkiye için de bir testtir ve bazılarının iddiasının tersine sadece hükümet değil her kesim ve bu arada Türkiye devleti ve medya organları da test edilmektedir. Benim görebildiğim kadarıyla çeşitli kesimlerin Darfur karşısındaki pozisyonları ve hataları şunlardır:


Ergenekon'a zihinsel olarak ekli medya organları ve oralarda yazan ve konuşanların çoğu bu dramı bir insanlık dramı olarak ele almak yerine hükümeti vurmanın bir aracı olarak kullanmaya çalışmaktadır. Bunların zulme uğratılan insanlarla ilgili samimi ve sahte olmayan bir hassasiyetlerinin bulunmadığının delili sadece ve sadece hükümetin El Beşir'e iltifat etmesine odaklanmalarıdır. Esasen bu kesimin sahte hümanistliğinin yakın dönemlerdeki ilk ve tek örneği bu değildir. "Milli menfatler" gereği diyerek Türkiye'nin Amerikan neoconlarının kuyruğuna takılması ve komşu bir ülkeye savaş açıp masum insanlara silah sıkması için çırpınan bu kesimden farklı bir şey beklemek çok zor. Onların o zamanki tavrı -yani milli çıkarlar için bir ülkenin işgaline ortak olunması- doğru idiyse mevcut hükümetin yine milli çıkarlar adına El Beşir'e mavi boncuk takması da doğrudur. 1 Mart tezkeresi çıksın diye yırtınanların aslında Darfur'da zulüm gören insanlarla ilgili samimi bir endişesi yoktur.


Ancak, bana öyle geliyor ki, bu olayda asıl testten geçenler dindar muhafazakâr entelektüeller ve muhafazakâr demokrat olduğunu söyleyen hükümettir. İç içe geçmiş bu iki kesimin olaya bakışı da ne yazık ki çok problemlidir. İnsanlığa karşı suçlara bakışta çifte standartlılık yoluna girdiklerinin işaretleri boldur. O kadar ki, Türkiye'nin neoconcularıyla bazı dindar muhafazakârların argümanları iyice birbirine yaklaşmıştır.


Denmektedir ki Sudan uluslararası bir komployla karşı karşıyadır. Ülke bölünmek istenmektedir. (Ne kadar bildik argümanlar, değil mi?) Bu, doğru bile olsa, yapılan zulmü haklılaştıramaz. Üç yüz bin insanın hayat hakkı ve 3 milyon insanın yerlerine yurtlarına sahip olma hakkı ellerinden alınamaz. Hiçbir siyasi proje veya siyasi tehlike bu temel insani değerleri geçersizleştiremez. Denmektedir ki El Beşir seçimle gelmiştir. Bir liderin seçimle gelmesi seçimle gelmemesinden (darbeyle, bağımsızlık savaşının getirisine konarak veya tevarüs yoluyla iktidara egemen olmasından) elbette daha iyidir. Ancak, seçimle gelmiş olmak temel hak ve özgürlüklerin hiç ihlal edilmeyeceğini garanti etmez ve fiili ihlallere meşruiyet kazandıramaz. Denmektedir ki Sudan ile ilişkilerimizi Darfur yüzünden bozmamak gerekir. Milli çıkarlarımız bunu gerektirmektedir. Milli çıkarların ne olduğunu tanımlama yetkisi kimsenin tekelinde değildir. Ayrıca, milli çıkarlar denilen şeylerle insani değerler çatıştığında da yapılması gereken, insani değerleri üstün tutmaktır. Denmektedir ki UCM çifte standart uygulamakta ve gücü sadece Müslümanlara yetmektedir. Filistin'de ve Irak'ta Müslümanlara uygulanan zulümlere karşı harekete geçirilmemektedir. ABD ve İsrail sanık sandalyesine oturtulmamaktadır. İnsanlığa karşı işlenen suçların faillerinin, failler kim ve hangi ülkeden olursa olsun, yargılanması, hesap vermesi en ideal durumdur. Bu çerçevede "Batı" dünyasında da uluslararası mahkemelerde de çifte standartlar olabilir. Olmaktadır da. Ama, kötülükleri karşı karşıya koymak ve "bizim" kötülüklerimize başkalarının kötülüklerini emsal göstererek sahip çıkmak gayri insanidir. Ayrıca, bazılarının bugün yargılanamaması, yarın hiç yargılanmayacakları, adaletten hep kaçabilecekleri anlamına gelmez. Ne kadar çok suç ve suçlu uluslararası adalet sisteminde yargılanırsa ayrımsız her suçlunun yargılanması ihtimali de o kadar çok artacaktır. Adaleti yüzde yüz gerçekleştiremiyorsak ondan tamamen vazgeçmemiz mi gerekir?

Sözü dolandırmaya gerek yok. Genelde dindar muhafazakâr aydınlar ve özelde muhafazakâr AKP hükümeti ciddi bir testten geçmektedir. Gazze'de gerçekleştirilen vahşete haklı olarak tepki gösterenlerin Darfur'daki vahşete de isyan etmeleri hem kendilerine yakışacak hem de adalete ve temel insani değerlere gerçekten ve içten bağlı olduklarını gösterecektir. Umarız hayal kırıklığına uğramayız.

Kaynak: Zaman