Doğrusu içim titreyerek izledim o sahneleri. İşte sınıra yaklaşıyorlar, geçmek üzereler sınırdan ve bir aksilik olmadan yollarına devam ediyorlar. Belki farklı fasılalarla dağlara kaçmış her yaştan kadın ve erkek, dillerinde barış sözcükleriyle giriyorlar sınır kapısından. Kendi içlerinde oluşturdukları yüksek sınırları aşmadan Habur'dan geçmeleri beklenemezdi. Ne bölünmeyi istiyorlar, ne de ölmeyi ve öldürmeyi; bu nedenle dağları, kampları terkettiler. Bir muhatap bulmak; çoğunun aradığı en başından beri, buydu. Sesleri duyulsaydı, seslerine ses verilseydi, dağa çıkarlar mıydı...
"Geri dön, affedildin" diyordu Walter Benjamin, 15 yaşındaki gençlerin evden kaçma eğilimini konu aldığı bir denemesinde. Hep söylendiği gibi kardeşimizse o, bir bütünün eşit parçası olarak telakki ediliyorsa, bu vatanın bir evladı, asli bir unsuruysa, neler yaşanmışsa yaşansın geçmişte, af kelimelerini duyacağı umuduyla sınırdan adımını atacaktır, normal olarak.
Açık ki Kürt meselesinin kazandığı bir ivme vardı ve bu ivme bir yere kadar kimliğini salt "Kürt" olarak isimlendiren insanların iradeleriyle değerlendirilebilir bir anlama sahipti. Sözünü ettiğim, Türkiye'yi yönetenlerin ve elbette ülke kamuoyunun zihinlerindeki vatandaşlık kavramını daha kapsayıcı açılımlarla değişmeye zorlayan ve binlerce hayata mal olan dönemdir her şeyden önce. Bu dönem ancak söyleşmek suretiyle bir başka biçimde, ölümler yaşanmayacak şekilde var edilirdi.
Dış iradeyi burada bir yere kadar hesaba katıyorum. Kürtlerde "Kürtlük" kimliğini ön plana çıkartan süreç, Türkiye içinde bir gerilim politikası halinde dayatılan "Türk" kimliğine bağlı olarak oluşumunu sürdürmüştür. Ulusçuluk eken, şovenizm biçmiştir, doğal olarak.
Refahiye'de, Cemal Gürsel İlkokulu'nun belki ikinci sınıfında öğrenciyken, kütüphanede bulduğum bir kitabın adını hiç unutmadım: O Türktür, Kürt Değildir.
Sürekli tutuşturulan Türklük ve Kürtlük kimliklerinin dışında, müslümanlık ortak paydasını hatırlatmaya devam edenler hiç az değildi toplumumuzda. Gelin görün ki yangın oralarda, boşaltılan köylerde, gece yarısı baskınlarıyla dağılan evlerde, aşağılamayla yerlerde süründürülen, önyargılı tanımlarla tasnif edilerek isimleri "hain" hanesine kaydedilen; yakınları ölüm kuyularına atılan, faili meçhul listesine eklenen insanların arasında çoktan başlamıştı.
Biz dağlara çekilen o gençleri nadiren tanıdık, İslamcı olarak. Müslüman Kürt kardeşlerimizle farklı platformlarda, çözümün İslam'da olduğu üzerine söyleşmeye devam ediyorduk, kendimizi hiç de Türk tarafında hissetmeden. Kürt-Türk ayrımı yapmadan kendi çapımızda tebliğ çalışmalarını sürdürüyorduk, yazarak, konuşarak...
Onlar bizim İslami hassasiyetlerimizi koruma adına görmemeye direndiğimiz bir yerde, şovenizmin ekildiği zeminde yani, bir ayrışma inadıyla çoğalıyorlardı. Basılan köylerin, dağılan evlerin, kül haline getirilen ocakların içine alamaz olduğu kelimeleriyle, soruları ve isyanlarıyla, aldanmayı göze aldıran bir öfkeyle dağlara çekildiler. Ortak bir görüş ufku sunduğunu düşündüğümüz kimi pencereler, içlerinden hiç olmazsa bir kısmına sadece dağ yollarını gösteriyor olmalıydı. Biz bunu bilmedik, ya da geç farkettik.
Yedi sekiz yıl geçti; Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde yapılan bir toplantıya katılmıştım; bir kadın buluşması için. Diyarbakır-Adapazarı-İstanbul. Bir yere gelme-gitme şeklinde değil de 'buluşma' olarak tanımlanan, Kadın Buluşması Dayanışma Grubu tarafından düzenlenen bir etkinlikti bu. Kampuste, hiç Türkçe bilmeyen güneydoğulu kadınların mikrofonlara yaptığı konuşmaları biraz da geçirdikleri değişim konusunda yeteri kadar haberdar olmamaktan kaynaklanan bir şaşkınlıkla izlemiştim. "Köyümüzden bir bayram sabahı çıkarıldık", diye anlatıyordu, orta yaşlı kadın, tercüman kanalıyla. "75-80 yaşlarındaki amcam köyü terketmek istemiyordu. Gitmediğin takdirde evini ve tarlanı yakarız, denildiği halde gitmemeye kararlıydı. Otlar yakılıyordu her sene, son iki senedir yakılmıyor. Bu bir gelişme belki."
Eşinin mezarına diktiği gül fidanını sulamak için düzenli olarak köyüne gitmeye çalışan ve bir gidişinde o fidanı sularken kurşuna dizilen bir köylüden de söz edilmişti konuşmalar sırasında.
Dağ, söyleşmenin imkansız göründüğü yerde, biricik seslenme alanı olarak görünürdü dumanlı zirvesiyle ve "Çıkar yücelerden haber sorar"dı, Anadolu insanı.
Dağa gitmek, seslenme imkânı bulabilme umudunun biricik yolu olarak göründü, gösterildi, Kürt gençlerine. Sanki duyulmayan cümleleri dağların yücelerinde silah seslerinin yardımıyla en gerekli kulaklara erişirdi. Oysa kurşun adres sormazdı, bunu düşünmelerine izin vermeyen bir duyguyla, kandırılmayı göze alarak, tırmanmayı sürdürdüler.
Dağdan inme kararı almak hiç kolay olmamalı, dağdan inenleri karşılamanın da zorlukları var, fakat bu inişler, bu karşılamalar lâyıkıyla gerçekleşmeli. Şehirlerin etrafındaki şehitlikler sürekli genişlesin istemiyoruz, gençlerin dağa çıkmayı bir çözüm yolu saymasını da.
Dağlara çekilirken yeterince farketmedik çığlıklarını, inişleri sırasında hoş bir kabul gösterelim.
Kardeş olduğumuzu hatırlatan sözler eskisi kadar güçlü, aynı zamanda inandırıcı olsun.