Türkiye yarın Cumhuriyet'in 85. kuruluş yıldönümünü kutluyor. Geride kalan 85 yılda Cumhuriyet'in sağladığı başarıları ve başarısızlıkları, nesnel bir şekilde değerlendirebilmeliyiz.
Evet, Türkiye geride kalan 85 yılda hatırı sayılır bir ekonomik kalkınmayı başardı. Ne var ki, yoksulluğu ortadan kaldırmayı, zenginliği bütün topluma ve bölgelere yaymayı başaramadık.
Evet, Türkiye 1950'de çok partili düzene geçişten bu yana başarıyla 15 genel seçim yaptı. Bunların çoğunda iktidar barışçı yoldan el değiştirdi. Muhakkak ki 1950'den bu yana temel hak ve özgürlükler giderek genişledi. Ne var ki, demokrasi asker-sivil bürokrasinin vesayeti altında olmaya devam ediyor. Demokratik düzenin geri dönülmez bir şekilde yerleştiğini, askerî müdahalelerin son bulduğunu söyleyebilmekten uzağız.
Daha geçen hafta demokratik düzeni yıkıp yerine bir askerî diktatörlük kurmak isteyen Ergenekon çetesinin yargılanmasına başlandı. Anayasa Mahkemesi, TBMM'nin anayasayı değiştirmesini imkânsız hale getiren, yargıçlar egemenliği tesis eden kararının gerekçesini açıkladı. Silahlı bir ayaklanmayı yürüten PKK, İmralı'da tutuklu lideri Abdullah Öcalan'a kötü muamele yapıldığı gerekçesiyle Güneydoğu ve Doğu illerimizden bazılarında kalabalıkları sokağa döktü, esnafa kepenk kapattırdı. TBMM'de temsil edilen DTP de gösterilere destek verdi.
Denebilir ki, Türkiye vesayet altında ve özgürlüklerin kısıtlı olduğu tür bir demokrasiden, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye geçişin sancılarını yaşıyor, geçen hafta yaşananlar da bu sancıların yansımalarıdır. Cumhuriyet'in 85. yılında yaşadığımız sıkıntıların temelinde, kuruluş döneminde, bir tek parti yönetimi altında, o günün ihtiyaçlarına ve o gün yaygın fikirlere bağlı olarak benimsenen laiklik ve kimlik politikalarının yattığını artık görebilmeliyiz.
Kuruluş döneminde benimsenen laiklik politikaları din ve devletin ayrılmasını değil toplumun laikleştirilmesini, dinden uzaklaştırılmasını amaçladı. Batı'nın pozitivist ve materyalist felsefesinden derin bir şekilde etkilenen yönetim, toplumun modernleşmesi ve kalkınması için dinsel (özellikle de İslamî) düşüncenin yerini bilimsel düşünceye bırakması gerektiğine inanıyordu. Devlet, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla dini denetimi altına aldı, dinsel özgürlükler kısıtlandı. Alevilik yanında Lozan Antlaşması'nda sayılanlar dışındaki gayrimüslim inançlar yok sayıldı.
Kuruluş döneminde benimsenen kimlik politikaları, Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras kalan Anadolu ve Rumeli Müslümanlarından bir Türk milleti yaratmayı hedefledi. Bu amaçla Türkiye'de yaşayan çeşitli dilsel ve etnik grupların, Türk dilini konuşan, Türk kültürüne bağlı ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın temsil ettiği Sünni-Hanefi İslam'a inanan, tektip bir toplum içinde yoğrulması öngörüldü. Söz konusu asimilasyon politikaları, belirli bir bölgede yoğunlaşan Kürtler dışında hayli başarılı da oldu. Ama dilleri dahi yasaklanan Kürtler, bu politikalara (kimi zaman şiddetle) direndiler.
Askerî yönetimler altında kabul edilen anayasalar Türkiye'de demokrasiyi asker-sivil bürokrasinin vesayeti altına koyduğu gibi, tek parti döneminde benimsenen laiklik ve kimlik politikalarını resmî ideolojinin temel dayanakları haline getirdi. Bu politikalar zamanla çeşitli değişikliklere ve yumuşatmalara uğradıysa da, ne yazık ki esas olarak geçerli olmaya devam ediyor.
Laiklik politikalarını din ile devletin ayrıldığı, farklı inançların eşit saygı göreceği şekilde gözden geçirmeliyiz. Kimlik politikalarını, yurttaşların farklı dil ve kültürlerine saygı temeli üzerinde yeniden düzenlemeliyiz. Bir askerî diktatörlük döneminde kabul edilen 1982 Anayasası büyük bölümü ile yerinde durduğu sürece Türkiye'yi özgür, müreffeh ve dirlik içinde bir ülke haline getirmemizin mümkün olamayacağı ortada. Yeni, sivil, demokratik, Kürtleri, Alevileri, gayrimüslimleriyle bütün toplumu kucaklayan bir anayasa nasıl yapabiliriz? Cumhuriyet'in 85. yılında gündemin birinci maddesi bu.
Kaynak: Zaman