Cumhurbaşkanının sorumluluğu ve sorumsuzluğu

Türkiye'de 2007 yılı başından beri hemen her gün tartışma konusu olan anayasal sorunlara, son günlerde beklenmedik biçimde bir yenisi eklendi. Sincan hâkiminin, Cumhurbaşkanı Sayın Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesinden önceki bir fiili dolayısıyla yargılanması gerektiği yolundaki kararı, anayasa gündemimize yeni bir madde ekledi. 

Aslında, bir ülkede anayasa sorunlarının bu kadar sıklıkla ve bu kadar yoğunlukla tartışılır hale gelmesi, başlı başına bir sağlıksızlık işaretidir. Pekişmiş (konsolide olmuş) bir demokraside anayasa kuralları üzerinde geniş ve yerleşik bir oydaşma (consensus) mevcut olduğundan, bu sorunların neredeyse her gün tartışma konusu olmaları düşünülemez.

Bir parlamenter sistemde devlet başkanının, ister hükümdar ister seçilmiş cumhurbaşkanı olsun, sorumsuzluğu esastır. Monarşilerde bu kural, hükümdarın kişisel suçlarını da içine alacak şekilde mutlaktır. Meselâ 1876 Kanun-u Esasî'sinde padişahın sorumsuzluğu, "Zat'ı hazret-i padişahînin nefs-i hümayunu mukaddes ve gayr-ı mes'uldür" (m. 5) şeklinde ifade olunmuştur. İngiltere'de aynı kural, "Kral hata yapamaz" (The king can do no wrong) vecizesiyle ifade edilmektedir. Hattâ yarı şaka yollu olarak, "Kral bir bakanı öldürürse, bundan başbakan sorumludur; başbakanı öldürürse kimse sorumlu değildir" denilmektedir.

Millet veya halk egemenliğine dayanan cumhuriyetlerde, elbette cumhurbaşkanının sorumsuzluğu, bu derece mutlak değildir ve esas itibarıyla göreviyle ilgili suçlarla sınırlandırılmıştır. Bu suçlar bakımından da vatana ihanet suçları, genellikle sorumsuzluk kapsamı dışında tutulmuştur. Parlamenter rejimlerde devlet başkanının sorumsuzluğu, onun yetkisizliğinin bir sonucudur. Çünkü parlamenter rejimlerde devlet başkanı, karşı-imza kuralının icabı olarak, kaideten tek başına işlem yapamaz ve onun bütün işlemleri başbakan ve ilgili bakan tarafından imzalanır. Böylece o işlemden doğacak siyasî ve cezaî sorumluluk, başbakan ve ilgili bakan tarafından üstlenilmiş olur. Kamu hukukunun temel ilkelerinden olan yetki ve sorumluluğun paralelliği kuralı gereği olarak, yetkisiz devlet başkanının sorumlu tutulmasının anlamı yoktur.

Türkiye'de de her üç cumhuriyet anayasası (1924 Anayasası, m. 41; 1961 Anayasası, m. 98 ve 99; 1982 Anayasası, m. 105) bu ilkeleri benimsemiş ve cumhurbaşkanının göreviyle ilgili suçlardan dolayı sorumsuzluğunu kabul etmiş, ancak vatan hainliği durumunu bunun dışında bırakmıştır. Aradaki tek önemli fark, 1924 Anayasası'nın cumhurbaşkanının kişisel suçlarında ne yapılacağını açıkça belirtmiş olmasına karşılık, 1961 ve 1982 anayasalarında bu konuda bir hükmün bulunmamasıdır. 1924 Anayasası'nın 41'inci maddesinin ikinci fıkrasına göre "Reis-i cumhurun hususat-ı şahsiyesinden mesuliyeti lâzım geldikte işbu Teşkilât'ı Esasiye Kanunu'nun masuniyet-i teşriiye taallûk eden 17'nci maddesi mucibince hareket edilir;" diğer bir deyimle, milletvekili dokunulmazlığı hükümleri uygulanır.

1961 ve 1982 anayasalarının niçin buna benzer bir hükme yer vermedikleri bilinmemektedir. Ancak her iki anayasa koyucunun da, milletvekillerine ve parlamento dışından atanan bakanlara tanıdığı bir bağışıklığı, "devletin başı" olan ve "bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk milletinin birliğini temsil" eden (1961 Anayasası, m. 97; 1982 Anayasası, m. 104) cumhurbaşkanından esirgemek istemiş olduğunu düşünmek, her türlü mantık kuralına aykırıdır. (Bu görüşümü, Türk Anayasa Hukuku kitabımın 1986 tarihli ilk baskısından beri savundum; s. 288-289; aynı görüş, Bülent Tanör ve Necmi Yüzbaşıoğlu, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku (İstanbul, 2002), s. 328-329) Hele 1982 Anayasası, yasama dokunulmazlığını sadece milletvekillerine ve parlamento dışından atanan bakanlara değil, altı yıllık bir süre için Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ne dönüşen eski Millî Güvenlik Konseyi üyelerine de tanımıştır (geçici m. 2). Dönemin cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren'in dokunulmazlıktan yararlanamayacağı, fakat onun başkanlığında çalışmış olan Konsey eski üyelerinin yararlanabileceği yolunda bir yorum, herhalde ilkokul öğrencilerinin bile mantığını isyan ettirir. Üstelik, 1982 Anayasası'nın cumhurbaşkanlığı makamına ne kadar önem verdiği, bu makamı bir parlamenter rejimde rastlanmayacak kadar geniş yetkilerle donattığı ve siyasal sistemin adeta temel taşı haline getirdiği düşünülürse, cumhurbaşkanının meselâ basit bir trafik suçu yüzünden sorgulanıp yargılanabileceğini istemiş olabileceği elbette tasavvur edilemez.

Bu düşüncelere karşı, kamu hukukunda hukuk boşluklarının olamayacağı ya da kıyas yoluyla doldurulamayacağı yolunda görüşler ileri sürülebilir ve sürülmüştür de. Ancak bu görüşler, özü biçime feda eden, aşırı biçimselci görüşlerdir. Hukuk, mekanik bir kelime ve mantık oyunundan ibaret değildir. Hukuk kurallarının yorumunda mümkün olduğu kadar, mâkul ve sağduyulu bir insanın kabul edebileceği sonuçlara varmak amaçlanmalıdır.

Sincan hâkiminin kararında, teknik açıdan da tartışılması gereken hususlar vardır. Medyaya yansıyan bilgiler doğruysa, savcılığın kovuşturmaya gerek olmadığı hakkındaki kararı, emekli bir Yargıtay üyesinin "vergi mükellefi" sıfatıyla yaptığı itiraz üzerine bozulmuştur. Oysa, Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 173'üncü maddesi, itiraz hakkını "suçtan zarar gören" kişilere tanımaktadır. Suçtan zarar gören kişiler kavramının, tüm vergi mükelleflerini kapsayacak genişlikte yorumlanması, herhalde kanun koyucunun amacına uygun değildir. Çünkü Türkiye'de milyonlarca dolaysız vergi mükellefi olduğu gibi, eğer dolaylı vergiler de buna dâhil edilirse, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, suçtan zarar gören kişiler sayılacaktır. Oysa kanun koyucunun amacı bu olsaydı, itiraz hakkını bu şekilde sınırlandırmaz, istisnasız herkese tanırdı.

Hem devletin en yüce makamını, hem yargı organının kendisini yıpratacak nitelikteki bu yersiz tartışmaya son vermenin en kesin yolu, bir anayasa değişikliği ile, 1924 Anayasası'nın 41'inci maddesine benzer bir hükmü Anayasa'ya koymaktır. Ayrıca Meclis, Anayasa'nın 105'inci maddesinde geçen "vatana ihanet" durumunun, ceza mevzuatımızdaki hangi suçlara tekabül ettiğini açıkça belirleyen bir kanunî düzenleme de yapmalıdır. Çünkü halen bu konuda, hukuk devletinin temel ilkelerinden olan "suç ve cezaların kanunîliği" prensibi ile bağdaşmayan bir belirsizlik hüküm sürmektedir.

Prof. Dr. Ergun Özbudun Bilkent Üniversitesi

Kaynak: Zaman