Çok taraflılığın tanımı değişiyor

Tarihin her dönemi, kendisine damgasını vuran meydan okuma tarafından tanımlanır. 20. yüzyılın ilk yarısında mesele Alman ve Japon militarizmi konusunda ne yapılacağıydı; aynı yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuransa Sovyatler Birliği'yle mücadele oldu. Fakat bugün ve öngörülebilir gelecekte dünya düzenine yönelik en önemli tehdit saldırgan bir büyük güçten gelmiyor.

Bunun yerine bir dizi küresel fenomenle başa çıkmak zorundayız: Nükleer maddeler ve silahlar, terörizm, salgın hastalıklar, iklim değişikliği ve ekonomik korumacılık.

Hiçbir ülke, hatta ABD bile, bu meydan okumalara tek başına karşı koyamaz. Dünya kontrol edilemeyecek kadar büyük ve karmaşık. Doğaları gereği bu meydan okumalara en iyi kolektif çabalarla karşılık verilebilir. Küresel düzenlemelerden çekilmeye karar vermek veya kendi topraklarında üslenen teröristlerle savaşamayacak kadar zayıf hükümetlerin durumunda görüldüğü gibi bu düzenlemelere katılamamak, bir ülkenin sınırlarının çok ötesine uzanan etkilere yol açabiliyor.

BM Güvenlik Konseyi 'eskidi'
Ancak hepimizin artık çok taraflılığı savunduğumuzu veya en azından öyle yapmak zorunda olduğumuzu kabul etmek sadece konuşmaya başlamak demek. Çok taraflılığın bir değil, birçok anlamı var. 193 hükümetin temsilcisini resmi, bağlayıcı ve kapsamlı bir iklim anlamasına varmak bağlamında başarısız biçimde biraraya getiren Kopenhag konferansının ardından, çok taraflılık meselesi yeni bir aciliyet de kazandı. İklim değişikliği üzerinde yaratacağı sonuçlar bir yana, Kopenhag klasik çok taraflılığı başarmanın giderek zorlaştığının en son hatırlatmasıydı.

Aynı gerçeklik, dünyanın yeni bir küresel ticaret anlaşmasına varamamasına da açıklık getirmeye yardımcı oluyor. Yaklaşık 10 yıl önce başlatılan Doha müzakereleri durdu. Basitçe söylersek, çok fazla katılımcı, çok fazla tartışmalı mesele ve ele alınması gereken çok fazla iç politika endişesi söz konusu. Bu sorun aynı zamanda BM Genel Kurulu'nun neredeyse tamamen konu dışı kalmasını da açıklıyor. 'Bir kişi, bir oy' prensibi iç politika için sağlam bir temel oluşturabilir. Fakat küresel bir düzeyde demokrasi (veya daha kesin konuşursak demokratik çok taraflılık) hiçbir şey yapmamanın reçetesi anlamına geliyor. Sorun katılımcı sayısının çok olmasından ziyade, azıcık bir nüfusa ve küçücük ekonomilere sahip ülkelere sözgelimi Çin veya ABD'yle eşit birer konum verilmesinin pek anlamlı olmaması.

BM'nin kurucuları Güvenlik Konseyi'ni yaratırken bunu öngörmüştü. Dolayısıyla dünyanın en önemli meselelerini ele alacak seçkin bir organ kurmayı amaçladılar. Sorun şu ki, Güvenlik Konseyi'nin yapısı dünyanın 2. Dünya Savaşı'ndan sonraki görüntüsünü yansıtıyor. O dünya artık 60 yaşını geçti. Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri arasında Hindistan, Japonya, Brezilya ve daha entegre hale gelmiş bir Avrupa'nın temsilcileri bulunmuyor.

Reformdan geçirilmiş bir Güvenlik Konseyi üzerinde anlaşılamamasıyla birlikte bu zayıflık, 1970'lerde dünyanın en büyük yedi ekonomisinden (Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Britanya, ABD ve Kanada) oluşan G7'nin yanı sıra ABD, Avrupa ve Japonya arasındaki üçlü sürecin başlatılmasına yol açan şeylerden biriydi. Fakat yıllar içinde, Çin ve Hindistan kadar kritik önemdeki ülkeleri dışarıda bıraktığı için G7'nin de yetersiz olduğu anlaşıldı. Dolayısıyla küresel finans krizinin ortasında G20, iklim değişikliğiyle ilgili endişeler artarken de Büyük Ekonomiler Forumu kuruldu.

Elit çok taraflılığının bu en son versiyonlarının etkisi hakkında hükümde bulunmak için erken. Bu arada çeşitli yeniliklerin ortaya çıkışına tanıklık ediyoruz. Bunlardan biri bölgecilik. En son Asya'da gördüğümüz gibi ikili ve bölgesel ticaret paktlarının yayılması, kısmen küresel bir ticaret anlaşmasına varmaktaki başarısızlığa verilen bir tepkiyi oluşturuyor. Fakat bu tür düzenlemeler çok da başarılı değil; sözgelimi bütün ürünleri ve hizmetleri kapsamadıkları gibi, sübvansiyonları da normal bir biçimde ele almıyorlar. Bu anlaşmalar aynı zamanda, imzalayıcı olmayanlara karşı ayrımcılık uygulayarak ticareti frenlemek gibi ters bir etkiye de yol açabilir. Fakat bir miktar ticaret geniş-lemesi olması hiç olmamasından iyidir.

İkinci bir alternatifse işlevsel çok taraflılık, yani isteyenlerin ve konuyla ilgili olanların koalisyonları. İklim üzerine küresel bir anlaşmaya varılması biraz daha zaman alacaktır. Fakat bunun uluslararası hareketsizlik anlamına gelmesi de gerekmiyor. Ağaçların kesilmesi ve ormanların yakılması (ki dünyanın karbon salımının beşte biri bu şekilde ortaya çıkıyor) konusunda caydırıcı bir küresel anlaşmaya varılması yararlı bir adım olacaktır. Kopenhag bu bağlamda bir miktar sınırlı ilerleme kaydetti, ancak Brezilya ve Endonezya gibi ülkelere yardım etmek için daha fazlasının yapılması gerekiyor.

Yüzyılın kendisi gibi dağınık
Bununla birlikte, 'resmi olmayan çok taraflılık' diye tarif edebileceğimiz bir diğer alternatif de söz konusu. Pek çok konuda, ulusal parlamentolar tarafından onaylanacak uluslararası anlaşmaları müzakere etmek imkânsız olacaktır. Hükümetler bunun yerine, üzerinde anlaşılan uluslararası normlarla uyumlu bir dizi önlemi ellerinden geldiğince uygulamayı kabul edecektir. Bu tür bir 'resmi olmayan çok taraflılığı' en çok da, bankalar için kapital zorunlulukları, muhasebe sistemleri ve kredi ratingleri konusunda
standartlar oluşturmanın küresel ekonomik büyümeyi kolaşlaştıracağı finans alanında görebiliriz.

Bunların hiçbirinin (elitizm, bölgecilik, işlevselcilik veya resmi olmayan çok taraflılık) her derde deva olduğu söylenemez. Bu tür kolektif davranışlar her zaman daha az kapsayıcı, daha az kapsamlı ve resmi küresel anlaşmalardan daha az öngörülebilirdir. Ayrıca meşruiyet yokluğundan da mustarip olabilirler.

Fakat bunlar pratikte uygulanabilir ve uygulanması da arzu edilir. Ayrıca klasik çok taraflıkla sonuçlanabilirler veya onu tamamlayabilirler. 21. yüzyılda çok taraflılık, tıpkı bu yüzyılın kendisi gibi, alıştığımızdan daha değişken ve zaman zaman da daha dağınık olacak gibi görünüyor. (ABD merkezli etkin düşünce kuruluşu Dış İlişkiler Konseyi'nin başkanı, 6 Ocak 2009)

Kaynak: Radikal