Çok savaştık ama iyi tanıdık

Rusya Başbakanı Viladimir Putin'in Türkiye ziyareti ve iki ülke arasında imzalanan çerçeve anlaşmaların içi nasıl doldurulur, ne sonuç doğurur bunu zaman gösterir. Ancak bugünden söylenebilecek olan şu ki bu ziyaret geçmişi asırlar öncesine dayanan husumetin kırılması yönünde son yirmi senede atılan adımların zirvesi oldu.

Rusya'nın çekirdeği olan knezlik (prenslik) Moskova şehriyle sınırlı bir idareye sahipti ve yaklaşık üç asır noyunca hâkimiyet alanı doğuda İdil Nehri batıda Polonya ve Bulgaristan'a uzanan Altın Orda'ya bağlı kaldı. Knezler, Cengin Han soyundan gelen Batu Han'a ve torunlarına vergi ödediler, onun davetlerine icabete zorunlu olarak Moskova'da hüküm sürdüler. Özbek Han'ın Moskova Knezliği'ne 'Büyük Knez' unvanı verip ona diğer prensliklerin fevkinde bir mevki kazandırmasıyla Moskova dini merkez olan Kiyev'i kontrol altına aldı. 14. yüzyıl sonunda Altın Orda'nın zayıflamasıyla ortaya çıkan çözülme Kazan Hanlığı, Kırım Hanlığı, Astrahan Hanlığı, Nogay Hanlığı ve Sibir Hanlığı'yla birlikte bağımsız Rus devletinin sahneye çıktığı süreci başlattı. 

İstanbul'un fethinden sonra Bizans hanedanı Paleolog'ların kendileri gibi Ortodoks Hıristiyan inancına mensup Moskova Büyük Knezliği'ne sığınması ve 1472'de İmparator Konstantin Paleologos'un yeğeni Prenses Sofia'nın 3. İvan'la evlenmesiyle de Ruslar kendilerini Bizans'ın varisi olduğunu ileri sürdüler. Moskova Büyük Prensi 3. Vasil'in hükümdarlığı döneminde ise Moskova'nın 3. Roma olduğu teorisi  hazırlandı. Ve 1530'da Rus Knezleri 'Sezar' manasına gelmek üzere Çar sıfatıyla taç giymeye başladılar. Bunda Fatih'in resmi evraklarda kendi ismini Roma İmparatorları gibi 'Kaiser-i Rum' yani bir nevi 'Roma Sezarı' manasında geçirmesine tepkinin yanı sıra; sıfat olarak kullandığı 'El-muzaffer daima' ibaresinin Roma imparatorlarının 'Victorious' lakabını çağrıştırmasının da etkisi vardı muhtemelen.
Sonraki yıllarda Kırım Hanlığı güçlenen Moskova karşısında sırtını Osmanlı'ya dayadı. Ardından da savaş yılları Rus kelimesi yerine 'Moskof' tabirinin kullanıldığı asırlar geldi.

Bütün bu zaman zarfında iki ülke ilişkileri nadiren yakın ve sıcak oldu. Öylesi dönemlerde Çarlık heyetleriyle Trabzon'da valilik yapan Osmanlı şehzadelerinin iştirak ettiği Osmanlı ileri gelenleri Kırım'da buluşup iki ülke arasındaki ihtilafları çözdüler. Rusya Büyük Petro döneminde Kırım dahil Azak Denizi çevresindeki hâkimiyetini pekiştirmek için sürgün dahil her yola başvurdu. Hâkim olduğunda da Çarlar alay edercesine halkının sempatisini toplamak için yerel kıyafetler giyerek bölgeyi ziyaret ettiler. Bu gelenek 1917 devrimiyle yıkılan Romanov hanedanının iktidarı boyunca sürdü. Osmanlı ve Rus orduları Kırım'da ve ardından Balkanlarda çarpışırken dahi Çarlar Kırım'ı el altında tutmaya özen gösterdiler.

Sovyet ihtilali

Sovyet ihtilalinin Osmanlı başkentinde yakından izlendiğini söylemek mümkün. Sadrazam Talat Paşa'nın Tanin Gazetesi'ne yaptığı değerlendirme şöyleydi: "Bu inkılabın siyasi ilişkilerde derin değişikliklere yol açması kuvvetle muhtemeldir. Rusya ve Osmanlı devleti birkaç yüzyıldan beri can düşmanı idiler. Ancak bunun nedeni müstebid Rus hükümetlerinin istilacı emelleriydi. Çarlığın devrilmesi en çok bizi sevindirdi. Özgür ve çağdaş bir devlet kurmak üzere kaderini eline alan Rus milleti ile iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşamamamız için hiçbir neden kalmadı. Bu nedenle, Rus İhtilali'ni sevgiyle karşıladık. Ama maateessüf diyeceğim, Rusya'da fikr-i inkılab ve ihtilalin eski âmâl-i tecavüzkâraneye tamamiyle galebe edememiş olduğunu görüyoruz... Mösyö Milyukov, Türkiye meselesinin Rusya lehine halledilmesi lüzumunu ileri sürüyor. Rus hürriyetperveranının bu eski tecavüz ve husumet düsturlarına iştirak edip etmeyeceklerini bilmeyiz. Şayet Rus milleti de Çarlığın bu miras-ı meş'umunu kendilerine düstur-u hareket olmak üzere kabul edecek olur ise, sulhten bahsetmek abes olur."
Sonraki günlerde Lenin emriyle Rusya'nın taraf olduğu ya da bilgilendirildiği bütün gizli anlaşmaların açıklanması Osmanlı'yı neyle karşı karşıya olduğunu kavrama noktasına getirdi. Sykes-Picot Anlaşması'yla İngiltere ve Fransa'nın dahil olduğu Ortadoğu'yu paylaşma planı ortaya çıkmıştı. İstanbul ve Boğazların Rusya'nın hâkimiyetine bırakılması planının bir yönüydü sadece. Rusya, bağımsız bir Arap devleti veya Arap Devletleri Konfederasyonu'nun kurulmasını; Suriye, Adana ve Mezopotamya'nın İngiltere ile Fransa arasında paylaşılmasını kabul ediyor, buna karşılık Erzurum, Van, Bitlis vilayetleri ile Van'ın güneyinde Fırat Nehri ile Muş ve Siirt arasında kalan toprakları ve Trabzon'un batısında sınırı sonradan tespit edilecek bir noktaya kadar Karadeniz kıyılarını topraklarına katıyordu. Fransa, Aladağ, Kayseri, Akdağ, Yıldızdağ, Zara, Eğin ve Harput arasında bulunan  bölgeyi alıyordu.
Daha sonra 1921'de Rusya Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu'yla Ankara hükümetinin imzaladığı anlaşma Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlarına atıf yapması dolayısıyla da önem kazandı. Anlaşmanın ilk maddesinde ifade ediliyordu bu durum:  RSCF hükümeti bugün BMM tarafından temsil edilmekte olan Türkiye Milli Hükümeti tarafından tanınmamış Türkiye'ye ait hiçbir uluslararası anlaşmayı tanımamayı kabul eder. Bu anlaşmada adı geçen Türkiye sözü ile 28 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan Meclis-i Mebusan tarafından kaleme alınmış ve tüm devletlerle basına bildirilen Misak-ı Milli'nin kapsadığı arazi amaçlanmıştır.
2. Dünya Savaşı yıllarında Ankara'nın ikircikli siyaseti hatta Hitler'in Sovyetler Birliği topraklarına dönük emellerine Türkiye'nin el altından sunduğu destek ilişkileri bir kez daha gerdi. Stalin'in emriyle yüzbinlerce Kırım Türk'ü, Acara ve Çeçen Sibirya'da çalışma kamplarına sürüldü. Rusya'nın savaş sonrası yansıttığı talepler ise Çarlık Rusyası yıllarını hatırlatır nitelikteydi. Kars-Ardahan ve Boğazlar bir kez daha masaya geldi. Türkiye kendisine Rusya kadar öfkeli Batı'yı zor da olsa ikna ederek kurtuldu Sovyet baskısından. Ve bu desteğin bedeli Soğuk Savaş yılları boyunca batı siyasetinin ileri üssü, Rus- ABD rekabetinde pazarlık masasında koz olmak oldu.

Çerçeve

Son Halife'yi anarken
Aradan 55 sene geçti. Hitler'in 'Paris ancak bir moloz yığını olarak terkedilebilir' emriyle Alman ordularının Paris'ten çıktıkları 23 Ağustos 1944 günü son halife Abdülmecid Efendi kalp krizi neticesi vefat etti...
Hayat hikâyesini, yurtdışına çıkarılmasının doğru bir karar olup olmadığını tartışacak değilim. Anlatmak istediğim o dağdağalı günde kızı Dürrüşehvar Sultan'ın neler yaşadığıdır. Türkiye'de bulunduğu dönemde resmi unvanı Devletlu ismetlu Hatice Hayriye Ayşe Dürrüşehvar Sultan Aliyyetü`ş-şan Hazretleri olan, çocukluğu Dolmabahçe Sarayı'nda geçmiş, babasının yanında faytona binerek Cuma selamlıklarına katılmasından dolayı halkın da tanıdığı hanım sultan bu felaketle karşılaştığında 30 yaşındaydı. Hiçbir resmi yetkilinin bulunmadığı, ne müttefik yönetiminin kurulduğu ne Nazilerin kontrolündeki Paris Belediyesi'nin çalışmaya devam ettiği güne denk gelmişti Abdülmecid'in vefatı. Zar-zor önce evin yakınındaki bir kiliseye taşındı cenaze. Bir papazın kendi itikadınca 'ahrete imansız gitmemesini temin için' cenazenin ağzına kutsal şarap damlatmaya kalktığı, Dürrişehvar Sultan'ın bu girişlmi son anda engellediği vs rivayet edilir... Neden sonra tabut Paris Camii'ne nakledilirken Dürrüşehvar Sultan'ın zihninde bu tedbirin hiç şüphesiz 'Ortalık düzelip yollar açılana ve Türkiye'de defin imkânı doğana kadar muvakkatten' olduğu vardı. Ancak hadiseler beklendiği gibi gelişmedi. Haydarabad Nizamı'nın oğlu Azam Cah ile evlendiği için Berar Prensesi unvanına sahip dolayısıyla İngiliz pasaportu taşıyan Dürrişehvar Sultan defalarca Ankara'ya gelip Cumhurbaşkanı İsmet İnönü dahil pek çok yetkiliyle görüştü ama defin izni alamadı. On yıl boyunca direndi Dürrüşehvar Sultan. Tek parti iktidarının sona ermesiyle ümitlendi ama Demokrat Parti yönetimine de anlatamadı derdini. Sonunda Medine'ye götürüp işaretsiz Cennet-ül Baki Mezarlığı'na defnetti babasını...

 

 

 

Kaynak: Radikal