Çin'in Amerika takıntısı

Çin Komünist Partisi'ne ait Global Times gazetesinin perşembe günkü baskısında yer alan başmakalenin başlığı "Bin Ladin'den sonra Çin, ABD'nin düşmanı mı olacak?" şeklindeydi. İktisadi entegrasyonun ABD'de Çin'le ilgili "sağcı paranoya"yı etkisiz hale getireceği ümidi dile getirilse de başmakale şu hükme varıyordu: "Çin'in yükselişinin Amerika'da anlaşmazlığa yol açacağı kesindir." Gazete cuma günü yayınlanan başmakalesinde, nisan sonunda Global Times'a verdiğim mülakata işaret ederek  "Çin dünya tarihinde yükselen en yalnız güç olabilir" kabulüyle çıktı.

Tabii devletin sahip olduğu gazetelerin başmakaleleri her zaman Komünist Parti'nin düşünce ve politikalarını yansıtmaz. Fakat burada bu iki makale bize Pekin'in dünya görüşüyle ilgili birbiriyle bağlantılı iki hususu hatırlatıyor. Birincisi Çin ABD'ye, muhtemelen Amerikalıların büyük çoğunluğunun farkında olduğundan daha fazla saygı duyar ve hatta ondan korkar. İkincisi de Çin'in tecrit edilmişlik duygusu bir oyun değil, kronik ve gerçektir. Usame bin Ladin'in ölümü de Amerika'nın Çin pahasına Asyalı müttefik ve ortaklarıyla yeniden bir araya gelmesini hızlandıracaktır.

Washington, 2001'deki 11 Eylül saldırılarından sonra tüm dikkatini terörizm ve Orta Doğu'ya kaydırınca Pekin gerçek bir rahatlama yaşadı. Çinli liderler ve stratejistler, iki savaşla dikkati dağılan ve zayıf bir ekonomiyle boğuşan Amerika'nın, nüfuzunu Asya ve ötesine taşıması için Çin'e paha biçilmez bir fırsat penceresi açtığını düşündüler. Fakat Pekin, Washington'un stratejik dikkatinin er ya da geç doğuya döneceğini, bin Ladin'in ölümünün de bu günün gelişini hızlandıran küçük fakat önemli bir adım olduğunu kavradı. Çin Sosyal Bilimler Akademisi'nden (CASS) önemli bir analist, geçenlerde bunu bana "Amerikan mızrağının ucu yakında yine Pekin'e doğrultulacak" sözüyle ifade etti.

Çin'in Amerika konusundaki bu odaklanması takıntılıdır ve bu durum, liderleri ve stratejistleri arasında çok yaygındır. Ülke çapında devlet destekli resmi düşünce kuruluşlarını bünyesinde bulunduran CASS'ta önde gelen akademisyenlerin son 100 makalesi üzerinde yaptığım araştırmada, her beş makaleden dört kadarının ABD hakkında olduğunu tespit ettim. Bunlar ya Amerikan sistemi ve siyasi değerlerini anlamaya yönelikti ya da Amerika'nın gücü ve nüfuzu azaltılamazsa nasıl sınırlandırılabileceği, alt edilebileceği,  dizginlenebileceğini tarif ediyordu. Bu konulardan bazıları, Global Times'taki gibi makalelerin arkasındaki düşünceleri daha iyi anlamamıza yardım eder.

Pekin uluslararası politikalara genelde neorealist şekilde bakar. Çinli stratejistler, dünyada bugünkü güç dağılımının yarının ihtilaflarını belirleyeceğine inanırlar. Çin uzun bir süredir Amerika’yla rekabete girmenin kaçınılmaz olduğu görüşündedir. Pekin'in düşüncesine göre, müesses güçlerle gelişmekte olan ülkeler arasında gerginlik idare edilebilir fakat asla çözülemez. Gerginlik, yapısal olarak kaçınılmazdır.

Fakat Çinli uzmanlar keza Amerika'yı, sadece gücünü sürekli kurmaya ve sürdürmeye değil, demokratik değerleri yaymaya da çalışan yegane süper güç olarak görürler.  İşte bu, otoriter Çinli liderler için büyük bir endişe kaynağıdır. Çünkü bunlar, Komünist Parti iktidarda tek başına kaldığı sürece Amerika'nın Pekin için daha geniş bir liderlik rolünü kabul etmekte güçlük çekeceğine inanırlar. Senatör John McCain'in "Demokrasiler Birliği" resmen asla tahakkuk etmeyebilir fakat Pekin bunun en azından Asya'da, Hindistan, Japonya ve Güney Kore'deki gibi demokrasilerle zaten mevcut olduğuna inanıyor.

Ayrıca Pekin, Amerika'nın demokratik sürecinden de korkuyor. Amerikalılar, ABD'ye yönetim ve siyasi yenilenme için kurumsal ve kansız bir süreç sunmasından bu yana demokrasiyi avantaj olarak görürken Çin, Amerikan demokrasisini mantıksızlık ve tahmin edilemezlik kaynağı olarak görüyor. Pekin'de çoğu kişi, 11 Eylül saldırılarından sonra Başkan George W. Bush'un Afganistan ve Irak'a çabucak savaş kararı vermesine işaret ederek gerçekte yeni bir yönetimin, Washington'un aniden doğuya karşı rekabete dayalı ve düşmanca bakışa odaklanmasına yol açacak rahatsız edici politika değişikliği ihtimalini arttırabileceğine inanıyor.

Hatta Pekin'deki bazı stratejistler, ABD'nin Çin'e karşı Asya'da Amerikan stratejik üstünlüğünün sürmesine yardımcı olacak üç avantajı olduğunu savunuyorlar.

Birincisi, ABD sadece Amerikan gücüne dayalı olmayan, demokratik topluma da dayalı olan bir düzen kurdu. Doğu ve Güneydoğu Asya'da Hindistan'ın demokratik yükselişinden korkan az sayıda ülke olduğu Pekin'in dikkatinden kaçmadı. Hindistan'ın yükselişi doğal, önceden kestirilebilir görünse ve hoş karşılansa da Asya'daki hemen hemen her ülke, Çin'in askeri gücüne karşı ABD'ye daha da yakınlaşarak stratejik şekilde kendilerini koruma altına alırken Çin'in iktisadi başarısından da faydalanmaya çalışıyor. (Bu durum, Avustralya Başbakanı Julia Gillard'ın geçenlerde Kongre'de, Amerika'yla ittifakın Canberra'nın güvenlik stratejisinin temel taşı olduğunu ifade ettiği konuşması ya da Singapur lideri Lee Hsien Loong'un Amerika'yı Asya'yla ilgili olmaya devam etmeye çağırmasında da görülebilir).

İkincisi, Amerika'nın Çin'in aksine Asya ülkeleriyle toprak ihtilafı yoktur. Örneğin, Çin halen Güney Çin Denizi'nin yüzde 80'inin kendisinin "tarihi suları" olduğunu iddia ediyor, Hindistan'la da en doğusundaki Arunachal Pradeş eyaletiyle ilgili olarak halen sürmekte olan bir ihtilafı var. Bu bağlamda, Çin'in yükselişi, daha güçlü bir Çin muhtemelen bu meselelerle ilgili Pekin'in avantajına bir karar talep edeceği için doğal olarak rahatsız edicidir.

Üçüncüsü, ABD, coğrafi olarak Asya'da olmadığı için yerleşik bir güç değildir. Çin, bir zamanlar engel olarak görülen bu basit gerçeğin, aksine Amerika'ya benzersiz bir avantaj sunduğunu şimdi idrak ediyor. Bölgede askeri üslerini muhafaza etmek ve böylece Asya'da rakipsiz bir stratejik güç olarak kalmak için ABD'nin, güvenlik rolü ve ilişkilerini kabul edecek önemli ülkeler ve bölgesel gruplaşmalara ihtiyacı var. ABD'nin Avustralya, Japonya, Güney Kore'yle ittifaklarına ve Hindistan, Filipinler, Singapur, Tayland gibi ortaklarına dair geniş çaplı bölgesel onay var. Bu karşılıklı bağımlılık ilişkisi, Amerika'nın, Asya ülkelerinin isteklerini kolayca gözardı edebilecek kadar güçlü olmadığı manasına da geliyor.  

Buna karşılık, eğer Çin stratejik açıdan hakim pozisyonda olsaydı, onun üstünlüğüne karşı koymak ya da bunu değiştirmeye çalışmak çok daha zor olurdu. Pekin aynı seviyede bölgesel itaate ihtiyaç duymazdı. Yerleşik bir güç olarak Çin, askeri konumunu sürdürmek için diğer Asya ülkelerinin "onay"ına da ihtiyaç duymazdı. Amerika'nın mevcudiyeti olmaksızın en büyük Asya gücü olarak bölgesel kurumlara hakim olması çok daha kolay olurdu. İşte Amerika'ya Asya deniz yollarında ticari ve güvenlikle ilgili mal tedariki hususunda daha fazla itimat edilirken Çin'e itimat edilmemesinin bir sebebi de budur.

Tüm bunlarla Pekin, Amerika’nın terörizm takıntısının avantajlarından faydalanmak yerine ABD’nin, Asya ülkelerinin Amerikan üstünlüğünün sürmesine gönüllü olarak yardım edecekleri hiyerarşik bir demokratik düzen kurmasını kızgın bir şekilde seyretti. Bu düzende Çin, Asya’da tek gerçek dostu Myanmar ve Kuzey Kore olan stratejik yalnız olarak kalmaya devam ediyor,

Çin, bu nisbi kırılganlığının gayet farkındadır. Amerika da, kaybettiği, bir daha ele geçmeyecek güzel günleri için dövünmek yerine, kendisinin nisbi gücünü daha iyi idrak etmelidir.

Kaynak: Foreign Policy

Dünya Bülteni için çeviren: Emin Arvas