Çevre, insan ve kültür

Van depreminden nedeniyle içinde yaşadığımız binaların "dayanıklılığı" konusu yeniden, bolca gündeme geliyor. Neden sağlam binalar yapılmıyor, nasıl kontrol edelim, yıkılan binaları yapanları nasıl cezalandıralım, varsa yolsuzlukları nasıl önleyelim, vesaire. Bu tepkilerin, herkesin kolayca algıladığı acil bir duruma tez zamanda çözüm bulunması yönündeki kamusal duyguları ifade ettiği bir gerçektir. Binalar "sağlam" değildi, yıkıldı, insanları kaybettik, o halde sağlam binalar yapalım.

Ben burada sağlamlık konusunu da içine alan daha geniş probleme dikkat çekmek niyetindeyim. Sosyologların "çarpık kentleşme" demekten hoşlandıkları duruma. Ne yazık ki şehirlerimiz bir bakıma "yıkılası" özelliklerde binalarla doldu. Bunların önemli bir kısmı, deprem açısından sağlam olabilir. Fakat insanca bir yaşama alanı, çevresi sunması bakımından gayet yoksul, çürük olabilir. Modern hayatın büyük çelişkilerinden birisi burada yatıyor: Hem teknolojik donanımlı, yüksek katlı, toplumdan izole edilmiş, Amerikan giyimli güvenlik görevlileriyle korunan, rezidans tipi binalar yapıyor ve astronomik fiyatlarla satıyoruz, hem de geleneksel komşuluk ilişkileri, küçük esnaf çarşılarının sıcaklığı, yeşil alanlar ve sükunet özleminden bahsediyoruz.

Yaşadığımız çevreyle oluşturduğumuz kültür arasında çok sıkı bir bağlantı var. Fakat bu kısa vadede algılanması kolay bir durum değil. 13. Katta yaşayan ailelerin birbirini hiç tanımaması nedeniyle kimse yaralanmıyor, hayatını kaybetmiyor. Büyüklerimizin buralarda yaşamayı kabul etmeyerek köylerinde, kasabalarında, şehirlerinde yalnız kalmayı, hatta huzur evlerini tercih etmelerinden "polisiye" bir vaka çıkmıyor. Fakat emin olun uzun vadede, algılamamızın daha zor olduğu bir süreçte toplumumuz, bu yeni tip yaşama alanlarına bağlı bir dönüşüm geçiriyor. İşte size sosyolog ve din sosyologları için araştırmaya değer bir konu. Bugünün belli yaş grupları, belli bir dönemin ve çevrenin ürünüdür. Bizim neslimizde, köy ve kasaba hayatının ayrıntılarını bilen insanlar var. Çocuklarımızın bugün nasıl şekillenmekte olduklarını gelecek daha iyi gösterecek. Fakat kültürel aktarımda önemli sorunlar yaşadığımız bir gerçektir.

Şehir plancıları, bina ve çevre inşa edenler bilmeli ki yalnız bina yapmıyorlar, yalnız yol, park, alışveriş merkezi, cami vs. inşa etmiyorlar. Bir yaşam modeli oluşturuyorlar. İnsanlar o evlerde belli bir biçimde etkileşim içinde olacaklar. Hem aile bireyleri olarak, hem komşular olarak. Tabi daha geniş anlamda toplumla, devletle iletişim de şekillenmiş oluyor. Böylesine önemli bir konu sadece mimariden, inşaattan, yoldan asfalttan sorumlu insanlara bırakılmamalıdır. Bu bütünüyle bir toplumsal kültür projesidir. Planlama işinde sosyal bilimciler, kültür ve din adamları da bulunmalıdır. Tarihi eserlerin korunma ve restorasyonu için anıtlar yüksek kurulu gibi denetleme birimlerimiz var. Son yıllarda bu konuda eskiye göre çok daha iyi durumdayız. Ama yaşayan insanların insanca ve bize göre bir çevreye sahip olması için hiçbir kültürel denetleme sistemimiz yok.

Son yıllarda çevre ve konut sektöründe, belediyeler, KİPTAŞ, TOKİ gibi kuruluşlarla devlet, sadece denetleme değil, yaşama alanları oluşturma konusunda önemli bir aktör haline geldi. Bunun toplumsal hayatımıza katkı açısından bir şans olduğunu düşünebiliriz. Ne var ki söz konusu kuruluşların daha çok vatandaşa konut edindirme, arsalardan azami derecede yararlanma ve "modern" bir yaşama alanı oluşturmada odaklandığını görüyoruz. Sosyal ve kültürel bağlamda seçici davranıldığını pek söyleyemiyoruz. Piyasadaki müteahhitlerle yarışırcasına, birçoğu onlarla işbirliği içerisinde, onların yaptıklarından pek farkı olmayan, yüksek katlı yapılar, her biri bir efsane canavarı gibi şehirlerimizin varoşlarında ortaya çıkıyor. Çevresindeki küçük, mütevazı, geleneksel yaşama alanlarını gölgeliyor, baskı altına alıyor. Bu binalar değerlendirilirken ne yazık ki bir tek kriter gündeme geliyor; sağlam binalar yapıyoruz. Peki bu binalar ve çevresinde oluşan yaşama tarzının toplumumuza uzun vadede – çok da uzun değil- etkisi ne olacaktır? Depremden o kadar sakınırken, bu hayat tarzları sosyal depreme yol açmayacak mıdır?

Bunları konut ve çevre plancılarımızı bir bakıma uyarmak için yazmış oluyorum. Devletin konut ve çevre sektöründe bu kadar etkili bir aktör olmasını bir şans olarak görebiliriz. Devlet kuruluşları sadece piyasa şartlarına odaklanmayabilir. Birim araziden maksimum kar elde etmeye odaklanmayabilir. Devletin sağlık, eğitim, kültür kuruluşları var. Yaşama alanları konusu bütün bu kuruluşlarla doğrudan ilişkilidir. Çevreye ve konuta yatırım, sağlığa yatırımdır, eğitime yatırımdır. Devlet, elindeki imkânları ve gücü kullanarak, esas dayanağı olan halkın, geleneklerine uygun, sağlıklı, insanca bir ortamda yaşaması için model oluşturabilir. Bu uzun vadeli, kalıcı bir yatırım olacaktır. Kısa vadeli kazanımlar, özel sektöre ait, denetlenmesi gereken işlerdir.

Sağlam olmayan binalarda hayatları kaybediyoruz. Sağlam bir kültüre dayanmayan bina ve çevrelerde toplumsal birikimi kaybediyoruz. Her ikisini kazanmanın bir yolunu bulmalıyız.