Çatışmacı kimlikleri aşma yolu

Türkiye Cumhuriyeti, Lozan’da din temelinde bir azınlık tanımı yaptı. Söz konusu tanımın tarihsel zemini Osmanlı millet sistemiydi. Buna dayanarak “İslam milleti”ni “Türk milleti” şeklinde tercüme etti. Keza 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında bu isimlendirme yer almaya devam etti. Bundan hareketle Kemalistler ve son yıllarda bu çizgide düşünceler geliştiren İsmet Özel –ne hüzün vericidir-, “Türk milleti” kavramının içeriğinin, “İslam milleti” olarak doldurulduğunu öne sürmektedirler. Bu teze göre, “Türklük” etnisiteyi ifade etmez. Şu veya bu kavme mensup kişi Türlüğü kabul ettiği zaman ırkını veya etnik kimliğini değiştirmiş olmaz, sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş olur. Bu çerçevenin Türkler dışındaki etkin gruplar için söz konusu edildiğini düşünsek bile, burada iki problem ortaya çıkmaktadır: a) Kendisinden Türk olması istenen kişi, kendi etnik kimliğinde ısrar etse bunun siyasal sistem içindeki anlamı ne olacak? b) Bu isimlendirme, Türklerin kavim/ırk olma özelliklerini inkar anlamına gelmiyor mu?

Osmanlı’da “İslam milleti” bütün etnik grupları  içine alan kapsayıcı, kuşatıcı, ihata edici bir kubbe idi. 1930’larda kimlik laikleştirilip dinden koparılınca, herkes kendi maddi, ontolojik cevherine gitmeye; “Türküm, Kürdüm, Arabım, Çerkezim vs.” demeye başladı.   

Sevindirici olan husus şuydu ki, 2004 yılı AB ilerleme raporunda “azınlık” olarak tanımlanmak istenen Kürtler ve Araplar bundan hoşlanmadılar. Dahası  bazı kanaat önderleri paniğe kapıldılar; çünkü Osmanlı’dan gelen millet telakkisi ve Türkiye Cumhuriyeti’nde kabul edilen azınlık tanımına göre Kürtler ve Aleviler “gayrimüslim” durumuna düşeceklerdi. Bu hem travmaya sebebiyet verir, hem Kürt ve Alevi hak arayışlarında meşruiyet krizlerine yol açabilirdi. Temel prensip şu ki, bir Müslüman başka Müslümanın azınlığı olamaz.

Atlanmaması  gereken bir nokta daha var: AB ilerleme raporunda Kürtler, Türkiye’de 15 ile 20 milyona, Aleviler ise, 10 milyondan 30–65 milyona kadar çıkartılıyordu. Öte yandan KONDA’nın yaptığı araştırma ise Alevi nüfusu 4,5 milyon, Kürtleri 12 milyon gösteriyordu. Söz konusu veriler AB’nin –eğer bir bilgisizlik eseri değilse- neden Müslüman bir kavim olan Kürtleri ve kendilerini İslam içinde mütalaa eden Alevileri -nüfuslarında dikkat çekici abartılar yaparak- “azınlık” statüsünde ele aldığı sorusu ortaya çıkmaktadır.

Kimlik sorunu büyük  ölçüde modern bir sorundur, temel yönelimi bakımından politiktir. Kürt milliyetçiliği ve Alevi meselesinde gözlendiği üzere, aydınlar sorunu politize edip toplumsallaştırdıkları oranda halkı işin içine katabilirler.

Daha başlangıçta “Türkiye”  bir coğrafya olarak tanımlansaydı, farklı etnik grupların kendilerini bu coğrafyaya nispet etmeleri zor olmazdı. İran, üzerinde yaşayan çok sayıdaki etnik grup için bir coğrafyadan ibarettir. Fakat geçen yüzyılda kurucu kadro ve aydınlar Türkiye’yi kapsayıcı bir coğrafya olmanın ötesinde etnik vurgusu olan bir anlama büründürdüler. Türk ve Türklük kelimeleri,  Müslümanlığın laikleştirilmesi ameliyesinde kullanıldı, böylelikle dini anlam ve içerikleri tamamen değiştirilmek istendi.

Aradan uzun zaman geçti, ben idrakimiz, tarihsel ve geleneksel bilincimiz yara aldı, acılı  tecrübeler yaşadık. Bu aşamadan sonra herkesi kendi tanımında serbest bırakmak gerekir ki, İslami olan da budur. İnsan kendini ne görüyorsa ve neyle beyan ediyorsa, onu beyanıyla tanımak gerekir. Biz Müslümanlar için “Müslümanlık”tan başka daha izzetli, değerli ve makbul kimlik yoktur. Çünkü bizi “Müslüman” olarak isimlendiren bizzat bu dinin sahibidir.  

Bütün dünyada bir kimlik sorunu yaşanıyor; bunda rol oynayan bazı  faktörler var.  Bizim gibi ülkelerde, şehirleşmenin % 70’lere varmış olması, kimlik ayrışmalarını tetikliyor. Metropol öncesi geleneksel toplumda herkes kendi yöresinde yaşıyorken, yani ortak mekanda aşina yüzler, aşina örfler, aşina kültürler söz konusuyken farklılık sorun değildi, milyonlar büyük şehirlere taşındıktan sonra farklı insan topluluklarıyla karşılaştılar, sorular sormaya başladılar, bir kısmına da tatminkar cevaplar veremediler. Bu önemli bir sebeptir.

İkincisi, küreselleşme yapıları derin bir şekilde sarsıyor. Avrupa Birliği’nin yaşadığı en önemli sorun küreselleşmedir. Avrupa, küreselleşme tehdidini, bölgesel bir entegrasyona gitmek ve yeni bir Avrupa kimliği inşa etmek suretiyle aşmaya çalışıyor. Fakat henüz bir konsensusa varılabilmiş değildir: Avrupalılar ortak AB kimliğini mi benimseyecekler, yoksa yerel/yöresel ve ulusal kimliklerinde mi ısrar edecekler?

Şu beş faktör dolayısıyla resmi kimlik çatışma potansiyeline sahiptir:

1) Resmi kimlik üstünlük mukayesesine dayanıyor; bir kimliği empoze edince diğer kimlikler ister istemez kendilerini onunla mukayeseye başlar; bu da yarışı  ve rekabeti besler.

2) Çatışmacıdır; çünkü  meşruiyetini ve varlığını ancak diğer kimlikleri ötekileştirerek sürdürebilir. Bütün yeni uluslar, başka kimlikleri inkar ederek veya baskı altına alarak inşa edilmişlerdir.

3) Hegomoniktir, resmi toplum tarafından seçilmiş kimlik diğerini asimile etmek ister.

4) Dışlayıcıdır; sosyal ve ekonomik kaynakların kullanım avantaj ve imtiyazlarını resmi kimlik içinde yer alanlara tahsis eder.

5) Karşıtını kendi bünyesinde taşır, bizzat kendi karşıtını kendisi yaratır.

Türkiye de bu derin sarsıntıların dışında değildir. Doğaları gereği ulus devletler kurulurken empoze ettikleri kimliğin kendisinde bir sorun vardı; çatışma potansiyelini kendi içlerinde barındırıyorlar. Türkiye ve İslam dünyası bu sorunu ancak dini kaynakları ve tarihsel tecrübeleriyle aşabilirler.