"Çarşaf açılımı münasebetiyle yeniden başörtüsü, laiklik ve demokrasi sorunu"
Birkaç ay sonra yapılacak olan mahallî seçimlere doğru Türkiye siyaseti, yine semboller üzerinden bir tartışma yaşıyor. Tartışmayı "semboller üzerinden" diye nitelemek, konunun önemsiz olduğu anlamına gelmiyor.
Tersine, semboller ideolojileri, ideolojiler de siyâsî tercihleri ve eylem tarzlarını anlattığı için, konu sanıldığından daha da önemli. Hâlen yaşanmakta olan global ekonomik krizin toplumsal bakımdan mağdur veya dezavantajlı kesimler üzerindeki tahripkâr etkileri belki daha önemli bir sorun alanı olarak görülebilirse de, Türkiye demokrasisinin geleceği bakımından yine de ideolojik-politik sorun alanlarının anlam ve önemi ihmâl edilemeyecek kadar büyüktür. Çünkü, Türkiye'nin ekonomik kriz ve bunun yarattığı veya yaratabileceği toplumsal sorunlarla baş edebilmek için yapabilecekleri, global ekonomiyle ve bu ekonomik sistem içinde Türkiye'nin yeriyle sınırlı bulunuyor. Buna karşılık, Türkiye demokrasisinin bir yanda Kürt sorunu, diğer yanda ise kendisini "Alevî sorunu" ve "başörtüsü sorunu" olarak açığa vuran otoriter lâisizmden kaynaklanan sorunlara ilişkin daha serbestçe tercih yapabileceği açıktır. Türkiye'nin bu göreli serbest tercih imkânı, elbette siyâsî aktörlerin demokrasi ve özgürlük talepleri karşısındaki duruşlarına bağlı bulunmaktadır.
CHP'nin "çarşaf açılımı" diye takdîm edilen son hamlesi etrafında olup bitenler, özellikle de bu açılımla ilgili olarak söylenenler, bu bağlamda gerçekten dikkât çekici. Yazılı ve görsel medyaya yansıdığı biçimiyle, CHP'ye bizzat genel başkan eliyle kaydedilen yeni üyeler, sadece "çarşaflı" değil, katı otoriter laisizmin olumsuzlayarak kullandığı biçimiyle "türbanlı" ve "başörtülü" yurttaşlardan da oluşmaktaydı. Bu durumda CHP'nin açılımı "çarşaf" değil, "tesettür açılımı" olarak adlandırılmalıdır.
Görünüm böyle olmakla birlikte, CHP sözcüleri, en başta da Deniz Baykal, birbiriyle temelden çelişkili sözler sarf ettiler. Örneğin, sanki yeni "tesettürlü CHP üyeleri" fotoğrafının içinde hiç "türbanlı" yokmuş gibi, "Çarşaf, geleneksel bir Anadolu giysisidir." denildi. Sonra ve herhâlde CHP tabanında önemli bir yere sâhip bulunduğu anlaşılan otoriter lâisist çevreler açısından çok iknâ edici bulunmamış olduğundan, "Bizim çarşaflımız başkadır (yani iyidir)." denildi. Söz "çarşaf" üzerineyken, "siyasî simge türbandır" denilmeye de devam edildi -hatırlayalım, CHP'nin üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırma niyetiyle yapılan Anayasa değişikliklerinin iptali için açtığı davada en önemli dayanaklarından biri buydu. Sonra, bu da değişti: "Türbanlılar arasında lâik cumhuriyete bağlılığından kuşku duyamayacağımız vatandaşlarımız vardır." diye buyuruldu.
Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde, ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Çarşaf geleneksel giysidir, siyâsî anlamı yoktur. Varsa da, çarşaflılar CHP'liyse sorun değildir. Türban siyâsî simgedir ama türbanlılar CHP'liyse bu da sorun değildir çünkü CHP, türbanın simgelediği siyâsî ideolojiyi benimsememektedir. Bu durumda, çarşaflı, türbanlı, başörtülü, velhâsıl "tesettürlü" tüm Türkiye yurttaşları, eğer CHP'liyse, yâni "açılım sonrası" CHP üyesi olmuşlarsa ve daha geniş bir kitle hâlinde CHP'ye oy verirlerse, mesele yoktur. Böyle değilse, o zaman iş tehlikelidir. Çok da örtük olmayan, kolayca deşifre edilebilecek bir tek-parti zihniyeti ile karşı karşıya değil miyiz?
Şaka gibi değil mi? Aslında başka bir konjonktürde basit bir siyâsî eğlence konusu olabilecek durumlar, gerçekten ciddî ve çözülmesi iyiden iyiye güç sorunların varlığına işâret ediyor. CHP'nin "tesettür açılımı"nın böyle yaşanmakta olduğu Türkiye'de, yükseköğretim kurumlarında öğrencilerin başörtüsüyle eğitim-öğretim hayatına katılmaları yasak. YÖK Kanunu, yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir demesine rağmen, Anayasa Mahkemesi'nin yorumuyla serbest sözcüğü başörtüsünü kapsamadığı için yasak. Bunu hatırlayınca durumun dramatikliği daha da belirginleşiyor. Şöyle ki, ya CHP "kamusal alan" değil, ya da CHP "açılım"dan sonra yalnızca "eğitimsiz ama tesettürlü" üyelere ve seçmenlere sâhip olacak, ama bu "açılım" başörtüsü üzerindeki yasağın kaldırılması ile sonuçlanmayacak.
***
Türkiye'de demokrasi, artık iyice açıklık kazanmış olmalıdır ki, gerçek anlamıyla lâik bir din-devlet ilişkileri düzenine geçilmeden kurulamayacak. Gerçek anlamıyla lâik düzen ise, devletin hiçbir din ve inancı kayıran, ona özel avantajlar sağlayan bir kurumlaşmaya sâhip olamamasını gerektirmekte olduğu kadar, yine devletin insanların din ve inanç hürriyetlerini nasıl yaşayacaklarına dâir direktifler verememesi, din ve inanç özgürlüğünün korunması ile bağdaşmayan yasaklar getirememesini de içerir. Türkiye'nin sorunu, konuyu gündelik ve dar siyasî amaçlarla çarpıtan kesimlerin sunmak istedikleri gibi, lâik düzenle bunun karşıtları arasında değil, özgürlükçü lâiklik anlayışıyla otoriter lâisizm arasındaki çekişmeden kaynaklanmaktadır. Sorun, bu bağlamda, tek parti dönemine özgü sayılabilecek bir tecrübe olarak toplumun devlet iktidarı kullanılarak dinsellikten arındırılması değil, devletin resmî olarak belirlediği bir "doğru din" yönünde toplumu yeniden ve türdeş bir kültür içinde biçimlendirmeye çalışmasıdır. Türkiye, her gün çağdaşlığa, demokrasiye, insan haklarına ve temel hürriyetlere, beşeriyetin bu alanlardaki bütün müktesebâtına ters düştüğü açıkça ortaya çıkan bu tarz bir devlet eliyle türdeş bir toplum yaratma anlayışından vazgeçmek zorundadır. Bu zorunluluk, lâikliğin yeniden tanımlanması, din ve inanç hürriyetinin demokratik çoğulculuk içindeki doğru yerine oturtulması ve bu doğrultuda din ile devlet arasındaki kurumsal bağlantının gözden geçirilmesini içermektedir. Güncel siyaset bakımından biraz geri plânda kalmış -belki de bilhassa bırakılmış- olmasına rağmen hâlen devam etmekte olan AB perspektifi açısından da konu hayatî önemdedir. Önemli üyeleri resmî bir devlet kilisesine sâhip bulunan "Protestan" (ve Yunanistan gibi Ortodoks) ülkeleri bünyesinde barından AB'de din-devlet ilişkilerinin kurumsal yapısı, din ve inanç hürriyetinin gereği olan bir kurumsal ayrışma yönünde gelişmekte ise, Türkiye'nin lâiklik anlayışının ve kurumsallaşmasının da benzer bir gelişme içine girmesi beklenebilmelidir. İslâm'ın Hıristiyanlıktan farklı olarak, özünde din üzerinde yerleşik bir devlet denetimi olmadan lâikleşemeyeceği türünden otoriter lâisizmi desteklemeye mâtuf tezler, yakın bir gelecekte sâdece târihî bir merak konusu olmalıdırlar.
Kaynak: Zaman