Bunalımda olan Rousseau'cu aile mi...

I-Eşleri, eski eşleri veya erkek akrabaları tarafından öldürülen kadınlarla ilgili yapılan kimi yorumlarda sorunun kadın milletinin erkekleri çıldırtan taleplerine indirgendiğini okudum birkaç yerde. Bir sitede ilgili bir haberin altına yazılan yorumlarda ailenin yaşadığı bunalım tamamen kadınların, Müslüman kadınların hırslarına bağlanıyor ve erkeklerin bu hırsın kurbanı olduğu öne sürülüyordu. Toplumsal problemleri bu şekilde okuma kolaycılığı hepimiz için fazlasıyla lüks. Bu açıdan bakılacak olursa, kadınların da kendilerini erkeklere beğendirmek için anoreksi hastalığına yakalandığı gibi bir tespit ileri sürülebilir.

Söz konusu olan evliliğine son vermek isteyen kadının kocası veya eski kocası tarafından öldürülmesi. Hiçbir açıdan değilse de bu açıdan “Öyle Bir Geçer Zaman ki…” dizisi bir gerçeğin altını çiziyor. Türk erkeği eski karısını farklı bir felsefeyle “kendinde şey” olarak bilmeye devam ediyor.

Üstelik bana kalırsa içindekileri şiddetle çatışmaya sürükleyen model olarak kapitalizmin çekirdek ailesi her şeyden önce ayağı yere basmayacak şekilde pastoral tablolardan seslenen bir Fransızın, Jean Jacques Rousseau’nun eseri.

Rousseau’cu aile, kadını içine kapatan çekirdek ailedir, mekânı dardır, neşeli, bir ucuyla eşe dosta akrabaya açık üretkenlikten yoksundur. Kadın can havliyle kendini dışarı atmaya çalışır belki bir gün varlığını bunca daraltan, üretim imkânını elinden alarak hayattaki duruşunu evinin erkeğinin dolayımına sabitleyen mekandan. Kaçtığı yer her zaman üretkenliğin alanı değildir, bazen bu kaçış eylemi salt öykünme gibi de görünebilir.  Her halükârda  Rousseau’cu ailenin boğuculuğunun Mary Shelley gibi yazarlara “Frankstein” tarzında kadının (veya düşünen, üretme sancısı çeken kadının) çatısızlığının metaforik olarak işlendiği gotik romanlar yazdırtması, üzerinde düşünülmesi gereken bir olgu.

II- Rousseau doğuluların despot olduğu kanısından hiç vazgeçmeden, bu “yönsel” niteliğe bağlı olarak  değerlendirilen ”kadının kapatılması” olgusundan mülhem bir tür küçük harem olarak tasarlar ideal evini. Ev merkezli rüyası, “çok küçük, fakat temiz ve rahat bir dairedir”; Mohja Kahf’ın değerli çalışmasında* “Romantizmin Habercileri: Rousseau Haremi ve Muhalifleri” başlığıyla yer bulan bölümde anlattığı üzere, “çok küçük” ifadesi aristokratik evi reddederken, “rahat” ifadesi “köylü” etkisini reddeder. Rossesau’nun evi, büyük ölçüde on sekizinci yüzyılın toplumsal ve ekonomik değişimleri çerçevesinde, Avrupa’nın yeni ortaya çıkan orta sınıfı için özel bir alan olarak tasarlanmıştır. Bir taraftan kamusal alandan, aristokrasinin siyasetinden, bir taraftan da köylülerin ekonomik üretiminden dikkatlice ayrılan bu ev, insanları, özellikle kadınları içinde tutacak şekilde örgütlenmiştir, güya bütün ayrıntılarıyla. Kapalı bir bahçede gezinmekle roman okuyuculuğu, mesela tiyatroya gitmeye yeğlenmelidir “o belde”de. Merhamet duygularına eğilimi artıran dere ve bahçe manzaralı “dünyadaki cennet” olarak betimlenen bir oda kime, hangi kadına yetmez!

Kahf, Rousseau’nun doğuşuna yardım ettiği roman türünün mevkiye dayalı toplumsal erdeme karşın, bireysel erdem ve romntik bir şekilde evcil kadına dair yeni fikirleri benimsettiğinin altını çizer. Elbet görünüşte kusur bulunamaz bir ideal: “Eğer erkeklerin asil ve erdemli olmalarını istiyorsanız, o zaman bırakın kadınlar maneviyatın ve erdemin büyüklüğünü öğrensinler.”  Söz konusu olan  yeni evde konserve edilmiş bir tür kadınlığın Rousseau’nun istediği tarzda erkekleri eğitecek şekilde tanımlanmasıdır. Kadını erdem için bir vasıtaya indirgeyen yaklaşım, konserve üretir gibi oluşturulan şartlarda tasarlanan erdemin tabii hayatın ve bu hayata dayalı ilişkilerin (seslerin ve renklerin) akışı dışında nasıl da nahifleşeceğinin ayırtında olmayı önemsemiyor. Rousseau ilgisini sadece eşine yönelterek vaktini evinde geçiren kadındaki dişil gizeme ilahi bir nur yüklemesiyle, doğunun haremine karşı Batı’nın özel alanını sunuyor kadına.  Bireysel özerklik tanımak istemediği kadın kocası karşısında kendini koruyabilmek için dine bile başvuramamalıdır. Şahsi alanda kurulan despotik haremi bir erdem ocağı olarak tasarlamıştır romantik düşünür, kadınların özellikle güzellik ve kurnazlıklarıyla bir değer edindikleri görüşünün de altını çizmeyi sürdürürken.

Ancak –Mary Wollstonecraft da buna işaret eder ya- kendisini kuşatan erdemler o ocağın kapısının eşiğinden adımını attığında üzerinden dökülmeye başlar Rousseau’cu kadın tipinin. Wollstonecraft, Avrupalı kadınların harem kadınlarından daha iyi durumda olduğunu savunan insanların kibirli üstün tavırlarının düpedüz ikiyüzlülükten ibaret olduğunu da belirtir, bu bağlamda. Rousseaucu harem acaba kadınlara fazilet, tevazu, öz güven; temiz, sağlıklı, zinde bedenler; bağımsız zihinler ve ölümsüz ruhlar kazandırabilir mi…

Wollstonecraft’ın  Rousseau’ya yönelttiği ve kendi sınıfının erkek merkezci ideolojisine muhalefetiyle biçimlenen eleştirisi, isimsiz belirginlikten uzak bir varlık olarak  Müslüman kadına özgü harem vurgusuyla güçten düşüyor elbet. Daha uç bir yönelimdeyse bu tepki –Jane Eyre söyleminde okunacağı gibi- kendi zeminindeki ataerkil otoriteyi yenemeyen kadını, iktidar emperyalizminin avantajlarıyla “kendi köleliği içine gömülmüş- olduğuna inanılan Doğulu kadına akıl öğretme sularında seyretmeye götürecektir: İranlı sosyolog Roksana Behramitaş’ın, “ortantalist feminizm” dediği renk körlüğü…

Rosseau’cu ideal kadın harem tartışmalarında Racine’in sinsi ve entrikacı Müslüman kadın tipinin yerine erkeği için yaşarken itaatkar,  miskinlik içerisinde çürüyen yarı bilinçsiz hastalıklı bir tip halinde şekillenen kadın olarak kaydedilir. Kendilerini ev hapsine razı eden bu kadınlar yaygaracı,  şehvet düşkünü tiplerdir, Rousseau’nun tasavvuruna rağmen  nakış işlemekten de uzak dururlar. Söz konusu tip Napolyon’un Mısır’ı fethinin arefesinde iradeden yoksun, sedirde uzanan uyuşuk esireler olarak Batılı söylemde yer tutuyor.

Hastalıklı tip ifadesi özellikle önemli. Kadın Rousseau’cu evde nasıl bir etkinlik sergilemekte, anlaşılmıyor. Varlığını kocasının mutluluğuna adarken nahifliği ve erdemiyle perdesini dünyaya kapatan, evde verem hastalığına yakalanması beklenen (kamelyalı) kadına dönüşmesi olağandır, romantikler çağında.

Rousseau’nun , “bir kız aynı Doğu’daki harem için eğitiliyormuş gibi kocası içim eğitilmelidir” cümlesi, hayalindeki evin büyük zaafını ortaya koyması açısından önemli. Erkekler de elbet bir kadına koca olacak şekilde eğitilmelidir.

Beri taraftan okuma-yazmanın kadın doğasını yozlaştıracağına, kadın zihnini de şeytanın vesveselerine kolayca kapılmaya yol açan heves ve meraklara elverişli hale getireceğine dair bir kanaat  Doğu’da ve Batı’da “cinsi latif”in zaaflarla malûl olmasını destekleyen güçlü bir vurguyla öne sürüldü yüzyıllarca. Benzeri bir algı mirasının etkisiyle güncel bir toplumsal yara olarak kadınlara dönük işlenen ve pek çok kez “namus” meselesi olarak açıklanan cinayetler her şeyden önce, bilişsel veya entelektüel alandaki zihinsel kopuklukların ve uçurumların uyumu, daha doğrusu anlaşmayı sağlayacak yerde çatışmayı  kışkırttığını gösteren örnekler olarak anlaşılmak istenmiyor.

III-Romantikler çağı çoktan kapandı, öyle varsayılıyor. Çekirdek ailenin kurak toprağında saksıda gül olmayı başaramıyorsa, canına kastedilerek cezalandırılıyor kadın. Onca nahif ve soyut bir varlık olması dileniyorken aynı zamanda  evi ve aileyi çağın şiddetli hastalıklarına karşı korumayı başaramadığı için de her türlü cezaya müstahak sayılıyor. Boşanmaya rıza göstermeden, nihayet sineye çekerek baba evine sığınmış olsa dahi kurtulamıyor bıçakla, kurşunla gelen cezadan. Kadın cinayetlerine dönük açıklamalar içinse Müslümanlar bazen Asr-ı Saadet’in ev-aile parametrelerine değil, Rousseau’cu ev-aile modelinde somutlaşan çekirdek aileye başvurarak sağlama yapmaya çalışıyorlar. Böyle bir sağlama da o kadar açıklayıcı ve derde şifa olamıyor.  En fıtri toplumsal yapının çöküşe geçtiğine dair göstergelere yönelik eksik açıklamalar ise doğal olarak çözüm geliştirmeye dönük analiz ve projeleri en başından zaafa düşürüyor.

 

*Mohja Kahf, Batı Edebiyatında Müslüman Kadın İmajı, Küre, 2005.