İşte, ülkemizde kopan, Hadîslerde şüphe uyandırmaya, dolayısıyla İkinci Rüknü sarsmaya varan fırtınanın BAŞLANGIÇ NOKTASI…
***
Ölü bir bedende bile teşrîh yapılırken, agyârdan tecrîd edilmiş odadaki masa üzerine yatırılan cesede bakılır… Yetkisi olmayanlar o odaya sokulmaz.
İkinci Kaynak’la ilgili olarak, ‘ittihâmur Râwî bilkizb’, ‘fartul gafle’ ve daha bâzı ölçülere uymayan, MÜSLÜMAN bile devre dışı bırakılırken, her şeyden önce, KÂFİR birinin, -BİLGİSİ NE KADAR ÇOK OLURSA OLSUN- işe KARIŞTIRILMAMASI GEREKİR: Önce, bu BİLİNCE SÂHİP OLMAK GEREK. Bunun için de insanın DURUŞ sâhibi olması zaruridir; 1839 depreminin artçısı olan 1856 teslimiyetiyle insanımıza, bu DURUŞ kaybettirildi: Müslümanla kâfir arasında HİÇBİR FARK gözetilmemesi için, sömürge yaptığı topraklarda güneş batmayan İngiltere’nin mason yaptığı ve sadrâzam olmasında telkinde bulunduğu Mustafa Reşid Paşa vâsıtasıyla 16 yaşındaki çocuk Pâdişâh Abdülmecîd Hân’a ilân ettirdiği İslâhât Fermânı ile “dîn, dil ve ırk îtîbâriyle herhangi bir cemâatin diğer bir cemaatten AŞAĞI TUTULDUĞUNU GÖSTEREN kâffe-i ta‘bîrât ve elfâz u temyîzât muharrerât-ı dîvâniyyeden İLEL-EBED mahv u izâle edilecektir.” hükmü getirildi. (İsmâil Hâmi Dânişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c.IV, s.175) (Dîn, dil ve ırk bakımından bir cemâatin başka bir cemaatten aşağı tutulduğunu gösteren bütün deyimler, sözler ve ayırt ediciler resmî yazışmalardan sonsuza dek kaldırılacaktır.) Böylece, Kâfir’e “kâfir” demek YASAK EDİLDİ. (O zamandan kalma bir karikatür vardır: Karakol görevlisi, şikâyetçi gayrı müslimin yanında duran Müslümana söylenir: Halâ anlatamadık mı artık gâvura ‘gâvur’ demek yasak!). Yâni, Müslümanlarla kâfirler, kimyada bazı unsurların tarifinde kullanıldığı gibi RENKSİZ, KOKUSUZ,TATSIZ imiş gibi kabul edilip HEPSİ AYNI muameleye tâbi tutuldular ve bu anlayış, 8 nesil boyunca mayalana mayalana günümüze dek geldi, DURUŞUMUZ UNUTTURULDU. Bu DURUŞ KAYBI ile geldiğimiz hâli, bu sun‘î, yanlış zemînde yetişen pek çok diplomalı, tabiî bir vetîrenin (uydurmacasıyla: sürecin) sonucu zannedegeldi.
***
Doğrular yanında YANLIŞLAR bir yana, bakış açısı’ndan (approach’tan) etkilenmek gibi çok mühim bir mahzûr söz konusudur. Bir konu ele alınırken, ona yaklaşım tarzı (approach) son derece mühimdir. Oryantalistlerin İslâm’a yaklaşımı, HAREKET NOKTASI, kafalarının ardındaki İslâmla ilgili önyargılar BİLİNMEDEN, tutumları gözönünde bulundurulmadan, onların dediklerini, yazdıklarını CİDDÎYE ALMAK için, Müslümanın, oryantalistlerin kafa yapılarının câhili olması, 1839 ve 1856 da uğradığımız mânevî DİSK KAYMASIndan habersiz ve BİLİNÇSİZ olması gerektiği meydandadır.
1967-70 arasında 3 yıl Faculty of Oriental Studies, University of Cambridge’de Türkçe öğrettiğim sırada, oryantalist öğrencilerin nasıl ATIN DİŞLERİ anlayışındaki yörüngeye oturtularak yetiştirildiklerini yakından gördüm. (‘atın dişleri’, mâlûm; ortaçağ Avrupası’nda, Manastırdaki zihniyet için kullanılır. Rahmetli Erol Güngör Yol dergisinde yazmıştı: Rahipler manastırda, atın kaç dişi olduğunu tartışırlar. Biri, ‘Aristo’nun filân kitabında şu kadar olduğunu yazar’ der, diğeri, Aristo’nun başka bir kitabındaki başka bir sayıyı söyler. Manastıra yeni girmiş biri de, zihni henüz formatlanmamış olduğu için olsa gerek: ‘gidip kendimiz saysak?’ diyecek olmuş. ‘Sen kim oluyorsun tekrar sayacak! Aristo saymış!’ diyerek adamı derhâl kovmuşlar. Bu, bir vâkıa ‘atın dişleri’ zihniyeti diye meşhûr.) (Bizdeki medrese zihniyetinin son zamanlarda bu duruma düştüğü de doğru.)
Oryantalistler ‘bilgili’ denilince, onların hepsi olmasa da çoğunun, Kur’an-ı Kerim’i, aslından en az 1 defa, muhtemelen birkaç defa okuduğu, İslâm’ın son merhalesinin teblîğ tarihini ‘iyi’ bildikleri, Hicrî ilk iki asırda yazılanların çoğunu okumuş oldukları, vb. zannedilir.
Hâlbuki 100 oryantalistten 1 tanesi, Kur’an-ı Kerim’i, BAŞTAN SONA, orijinalinden BELKİ okumuştur. Buna gerek duymağa, kafayapısı engeldir. Aristo yerine senior lecturerlerin, profesörlerin İslâmla ilgili yazdıklarını, daha fakülte birinci sınıftan başlayarak background booksları okuyarak y ö r ü n g e ye yerleştirilir. Zâten o yörünge’den çıkıp, ‘bir de ben kendim okuyayım’ diyebilen Hâmid elGaar, Muhammed İsa gibi kimseler -Fıtrat gereği- Müslüman oluyor. Şartlanmamış bir kafa ile rahat bir zihinle İslâmla ilgilenen, biraz okuyan -kalbi mühürlenmemişse- zaten fıtratına uygun olarak, Müslüman oluyor.
Çok yakın zamana kadar, İslâm’dan Muhammedanism diye bahsediyor olmaları, kafa yapılarını açığa vurmaktadır. Hz. İsa A.S. onlara göre hâşâ oğul tanrı olduğu için, Hz. Muhammed’in de -bize göre- öyle sanıldığı vehmi kafalarının arka tarafında yatmaktadır.
Londra’dan oraya gelen oryantalistin, Dışişleri Bakanlığı ile yakın ilişkiler içinde olduğu malumdu. Bilgisayar’ın çok yaygın olmadığı 1960’lı yılların sonlarında, o üniversitede, Arap ülkelerinden gelen günlük gazeteler vb. den word frequency ölçülüyordu. Anlayana sinek sesi saz.
Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde ise, oryantalistlere saygı duyulurdu. Hatırlayalım: Prof. Neşet Çağatay, Brockelman’dan İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi (isimde yanlışlık olabilir, ama konu bu idi)ni çevirdiği ve bu kitap basıldığı zaman (1956 veya 1957 yılı olmalı) R. Cevat Ulunay itiraz edip yazmıştı, Neşet Bey de cevap vermişti. Yâni, o yıllarda, oryantalistlerle ilgili olarak, bir ‘duruş’ vardı.
Prof. Hüseyin G. Yurdaydın, Joseph Schatt’ın Islamic Jurisprudence adlı kitabını, biz asistanlara, akademik dile alışalım diye, iyi niyetle okutup tercüme etmeğe çalışmamıza nezaret etmişti. Yâni, oryantalistlere karşı bir duruş sâhibi olmak, baştan beri aklımızdan bile geçmedi. Oryantalizm hakkında ilk uyarıda bulunan, rahmetli Prof. Tayyib Okiç Hoca’mızdır, kendisine ne kadar müteşekkir ve minnettar olsak azdır. Yahudi oryantalist Ignatz Goldziher’i okumasını, asistanı Mehmed Hatiboğlu’na tavsiye etmiş; herhâlde bir fikir edinmesi içindi, yoksa onun tenkitlerini alıp yayması için değildi herhâlde.
***
Aralarında 3 yıl bulunduğun oryantalistlerle ilgili, birkaç müşahedemi nakletmem, konuya ışık tutacaktır:
Prof. Arberry danışmanlığında doktorasını yapmış olan Mısırlı Ahmed Assâl’in dışlanıp, doktorada başarılı olamamış Mısırlı Rıdvan’ın nasıl kayırılıp, iş bulunarak desteklenip, ‘doktor’ yapıldığını, çok çalışkan doktora öğrencisi Saîdullah’ın, E. Carr’ın What is History adlı kitabını okuduğu anlaşıldığı için, bu iş oradaki oryantalistlerin kulağına kar suyu kaçırdığı için, başarısız kılınarak ülkesine gönderildiğini gördüm.
Bir İngiliz bayanla evli, Şaban Efendi’nin nasıl makbul bir tip olarak muamele gördüğüne şâhit oldum.
Libyalı, büyük bir kabile mensubu Berberî Amr Halîfe en Nâmî’den, doktora danışmanı oryantalistten “bu kâfir beni kavmiyetçi yapmağa çalışıyor” dediğini işittim.
***
Âlim dediğin, Buhari’yi, orijinalinden, KENDİSİ okuyarak işe başlayacak…
Mehmed Hatiboğlu Bey, iyi niyetli, fakat altyapısı, gerektiği gibi değil; Kendisinin belirttiği gibi, hoca yok… Yol gösteren yok. Dediği gibi, zor bir durumdu: Hoca yok, yol gösteren yok.
Buhârî okutanlar da yok edilmiş veya vefat etmişler. 1950’li yıllara kadar, bazı câmilerde Buhârî-i Şerîf okunduğu, dinlenildiği, açıklandığı bilinmektedir. Okutanlar vefat edince, demek ki yerleri doldurulamamış…
Mehmed Hatiboğlu Bey, Buhârî’yi okumaya çalışıyor, okuyup ANLAYAMIYOR… Çünkü öğrenciliğinde, 1954-1958 yıllarında İlâhiyat Fakültesinde ARAPÇA ÖĞRETİMİ, ÇOK ZAYIF:
Bu satıların yazarı, İlâhiyat Fakültesinde öğrenci iken, 1956 yılında Arapçayı Suriye’de kitaplık müdürlüğü yapmış olan İzzet Hasan (veya Hasan İzzet) Bey öğretiyordu. Gelişme oldu: 1957 yılında Hüseyin Atay (Tanci Bey’e yeni asistan olmuştu) en Nahwul Wâzıh’ın İlkokul kısmını bize okuttu. O da dilci değildi, ama hiç olmazsa, dille ilgili bir kitapla tanışmış olduk. Bizden 2 devre önce Arapça öğrenme durumunda olan Hatiboğlu Bey’in talihsizliği görülüyor. Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde Arapça Öğretimi, Cemâl Muhtar hocayla, 1958-59 ders yılında başladı, denebilir.
Hatiboğlu Bey, Kâfir müsteşrikin tercümesine başvuruyor O 4 ciltteki YANLIŞLARın BİR KISMI -belki- dikkatini çekiyor; dikkat edemediği yanlışları, FİKİRLERİ, ZOKA olarak yutuyor. Daha da mühimi; konuya yaklaşma tarzından etkilendiği muhakkak. Bu da normaldir, insan, etkilenir. Bu etkilenmenin çok olumsuz etkisi olduğu görülüyor: Hadislerde ŞÜPHE UYANMASI.
Nitekim Prof Hamîdullah, koskoca bir BEŞİNCİ CİLD ile YILLAAAAAR Sonra tenkit ediyor. O zamana kadar… Yanlış görüş ve fikirler, bu iyi niyetli Hatiboğlu muhterem vâsıtasıyla yayılmıyor MU?
Tunus’ta (1963-65) iken, Fasih Arapçayı Fransa’da müsteşriklerden öğrenmiş olan Tunuslu öğreticilerin görev yaptığı “Burgiba Yaşayan Diller Enstitüsü’nde Arapça Bölümüne, son 4üncü sınıfına devam ediyorduk: rahmetli Hadis Dr.u Talât Koçyiğit, Tefsir Dr.u İsmail Cerrahoğlu ile birlikte, sonra moral subayı arkadaşımız Selim Şehidoğlu da katıldı.
Tunuslu, Arapça öğretmeni, bir ara. “Kur’an’da çelişkiler var” dedi.
İsmail Bey hemen; “neresinde var?” diye sordu, itiraz etti. Öğretmen, çelişki gösteremedi (muhtemelen nâsih-mensûh konusu noktalardı, üzerinde durmadık); gösteremedi ama “çelişki var” vehmi, yanlış kanaati onda yine devam etti.
Yine aynı öğretmen veya onun gibi, Arapçayı Fransa’da öğrenmiş olanlardan biri,
Müthiş bir azmi gösteren, askerleri için başka yol bırakmayan Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakması için “yanlış bir hareketti” demişti. Bu kanaatin de, ‘görüş’ olarak, ‘fikir’ olarak, Arapçayı öğrenirken onun zihnine gâvurların yerleştirdiğinden asla şüphe etmiyorum.
Konuya dönersek:
İyi niyetinden asla şüphe etmediğim (Fakültede bizden sanırım 2 sınıf öndeydi, daha sonra asistanlığımızda birlikteliklerimiz oldu) Mehmed Hatiboğlu Bey’in talihsizliği, ARAPÇAYI İYİCE ÖĞRENMEDEN bu işlere soyunmak durumunda kalmış olmasıdır. Gömleğin ilk düğmesi YANLIŞ iliklenince, öyle devam edip gittiği anlaşılıyor. Ondan etkilenen, araştırma yapmağa hevesli daha sonraki akademisyenlerin felâketi de burada başlıyor.
Tercümeyle iş görmek – tâbir kaba ama yerine tam oturuyor- elin zekeriyle gerdeğe girmek gibidir.
İmâm Şâfi’î diyor ki (Mâ’ûn Sûresiyle ilgili olarak) : iyi ki (‘an salâtihim) buyrulmuş; (fî salâtihim) buyrulsaydı, hâlimiz nice olurdu?
Bu incelikler, Buhârî’yi Fransızcaya tercüme eden gâvurun umurunda mı? Veya bu konuda bilgisi kâfi mi?
Bir zamanlar Yaşar Nuri, “Allah’la aldatmak” diye yeri göğü inletti. Deveyi yardan uçuran bir tutam ot misâli; bi cer harfinin ilk manâsında (ile) takılıp kalmış, bi Rabbikel kerîm’deki bi nin (hakkında), (ile ilgili) manası kendisine ÖĞRETİLMEMİŞ olduğu için saçmalamıştı. (Ey İnsan!, seni, kerem sâhibi Rabbin hakkında ne aldattı?) yı (Allah’la aldatmak) diye YANLIŞ anlayıp kıyametler koparmıştı.
Yine, tercümeyle iş gören, İslâm Felsefesi (olurmuş gibi)nde Necip Taylan’ın yanında doktora yapmış olan ve İslami konularda yetkiyle TV’lerde konuşan bir felsefe profesörü de, “mev’ûdetü’ye (diri diri gömülen kız çocuğu’na) lânet eden hadis olur mu?” diyordu, büyük bir özgüvenle. Tercümeyle zifafa giren bu muhterem bilmiyordu ki: tercümeyi YAPAN, orijinal metindeki Li cer harfini ATLAMIŞ (çünkü ülkemizde, cer harfleri ve görevleri İYİ ÖĞRETİLMEYEGELMİŞTİR: daha isim, kafa karıştırıcı olarak ‘harf-i cer’ diye anılır (harf kelimesinin mecrûr olması için âmil nerede?); el mev’ûdetu LEH (kendi kız bebeğini gömdüren)i, tercümeye dayanarak: ‘diri diri gömülen kız çocuğu’ ZANNETMİŞ, bu çocuğa nasıl lânet edilir? Böyle hadîs olur mu? diye KONUŞMUŞ idi! Oysa, hadisi şerifte, kız çocuğunu diri diri gömdüren Cahiliye devri Arabı tenkit edilmektedir.
Özetlersek: Tercüme ile iş görmek, SON DERECE SAKINCALI, bilim insanına YARAŞMAYAN bir iştir.
Eh, kendisine doğru dürüst Arapça öğretilmeyen, iyi niyetinden şüphe etmediğim Mehmed Hatiboğlu Bey ne yapsın? Elin gâvurunun yalan yanlış 4 ciltlik tercümesinden Buhârî’yi okumak zorunda kalıyor, gâvurun YANLIŞ görüşlerinden bazısı -daha sonra Hamîdullah Bey’in 5 inci ciltte yaptığı tenkitlere rağmen- zihninde kalıyor ve bu yanlışları, kendisini haklı olarak sevip sayan genç akademisyenlere aktarıyor.
Ortaçağ Avrupası’ndaki atın dişleri zihniyetinin, zamanla İslâm âlemine de geçtiği görülüyor, tamam; ama aynı durum, müsteşriklerden aktarılan görüşler için de AYNEN Vâki’!
Evet, Hicrî İkinci Yüzyıldan önce mezhep yok ama, mezheplerin ortaya çıkışını gerektiren şartlar göz ardı ediliyor; ve gelinen nokta; Müslümanlarda, genel olarak sünnete karşı uyan(dırıl)an soğukluk ve bir ilâhiyat mezununun, kendisini içtihat etmeğe ehil görür hâle gelmesi.
Hatiboğlu Bey’in hedefi, kastı kesinlikle böyle değildi herhâlde, ama, gelinen durum bu…
***
Geç de olsa, belirtilmesi gerek:
Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu gibi, Mehmed Hatiboğlu da, Arapçasını geliştirmek ihtiyacı duyup bir Arap ülkesine GİTMELİYDİ. Bu kadar basit ve kesin! Bu, yeter mi? Yetmez ama başlangıçtır, daha da geliştirmesi gerekirdi. TAŞIMA SUYLA DEĞİRMEN DÖNMEZ. İkinci Kaynak gibi son derece mühim bir konuda araştırmaya dalmak için, GEREKLİ MALZEMENİN, HAZIRLIĞIN EKSİKSİZ olması zaruridir.
Diğer bir nokta:
Böyle konular, akademisyenler arasında ilmî toplantılarda, hakemli dergilerde tartışılır; halka açık toplantılarda, TV’lerde DEĞİL!
***
Dediği gibi, zor bir durumdu: hoca yok, yol gösteren yok.
Buhârî okutanlar da yok edilmiş veya vefat etmişler.
Rahmetli Tayyib Hoca, birkaç dili, bu arada Arapçayı çok iyi bilirdi, “Bazı Hadîs Meseleleri Üzerine Tetkikler” adlı çok değerli bir kitabı da vardır, bize, El Cerh wet Ta’dîl konusunu da öğretmişti, ama hadis konusu, ihtisas gerektirir. Boşnakların Yirminci Yüzyılda İftihar edeceği ilk isim rahmetli Aliya İzzet Begovic ise, ikinci isim rahmetli hocamız Muhammed Tayyib Okiç’tir; müsteşrikler konusunda ülkemizi ilk uyandıran zattır, diğer hocalarımız, bu gâvurların adı anıldığında neredeyse hâşâ salavat getirme havasında idiler.
Ülkemizin talihsizliklerinden biri, o yıllarda, yâni, tek İlâhiyat Fakültesinin 1949 da kurulduğu yıllarda, Tayyib Hoca yanında, bir de Arap ülkelerinin birinden bir hadis hocasının getiril(e)memiş olmasıdır.
***
Mehmet Maksudoğlu
23 Mart 2021