Perry Anderson, önemli bir İngiliz Marksist tarihçi. Geçen ay, çıkış noktası AB üyeliği olmak üzere, Türkiye üzerine uzun bir değerlendirme yazısı yazdı (Kemalism, London Review of Books, 11 Eylül 2008). Ancak, görebildiğim kadarıyla, yazısı Türkiye'de pek ilgi çekmedi. Aynı derginin bu ayki sayısında, 'After Kemal' başlığı ile yazının devamı çıktı. İki yazının toplamı küçük bir kitapçık oluşturacak hacimde, keşke tercüme edilse diyeceğim, ama 'Ermeni soykırımı' konusu (hâlâ) sakıncalı bulunacağından edilebilir mi bilmiyorum. Yine de, geniş çaplı bir değerlendirme ve önemli bir yazar söz konusu olduğu için ilgilisinin dikkatini çekmek istedim.
Anderson, Türkiye'nin AB üyeliğinin diplomasi koridorlarının konusu olmanın ötesinde irdelenmesi gerektiğine işaret edip, bu irdelemenin imparatorluk geçmişiyle başlaması gerektiğini söyleyerek işe girişiyor. Yakın tarihi, önemli bulduğu eşikler çerçevesinde özetliyor. Söylediklerine, şu veya bu oranda katılıp katılmamak mümkün, ancak benim asıl dikkatimi çeken, böyle önemli bir ismin, eleştirel bakışla, neredeyse öfkeli bir karalama üslubunu karıştırmakta sakınca görmemesi ve Oryantalist savruluşu oldu.
Örneğin, Osmanlı reformlarının inananlar ve inanmayanlar, kadınlar ve erkekler, köleler ve efendiler arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırma konusunda başarı (daha doğrusu başarısızlık)dan söz ederken, 'Yüz yılın sonuna doğru seçkinler arasında oğlan tercihi azaldı ama cinsiyet ilişkileri pek az değişti' ifadesine takılmadan edemedim. Malum, geleneksel Osmanlı toplumunda, kadın-erkek eşitsizliği açısından belirleyici olan 'oğlancılık' alışkanlığı değil, aile hukukuydu. Hal böyleyken, neden Oryantalist dilin sembolik konularından 'oğlancılık' zikredilmiş, anlamak zor.
Diğer taraftan, Kemalizm'in otoriterliğini hakkıyla irdeledikten sonra, onu benzettiği Mao ve Stalin'den ayırdeden özelliğinin, Stalin'in bile uzak durduğu alkol alışkanlığı olduğunu ve sonunda alkolik olup çıktığının, tarihi analizinin neresinde durduğu hiç belli değil. Belki, benzeri diktatörlerden daha da kötü olduğunun göstergesi, belki tarihin 'kötü' kahramanlarının her şeyiyle kötü olduğuna vurgu merakı, ama kesinlikle fazla şahsi bir eleştiri.
Kemalist reformlara getirdiği makul eleştiriler bir yana, hakkını teslim etmek durumunda kalıp, Fransa'nın 1945'te, Portekiz'in 1970'lerde hayata geçirdiği kadınlara oy hakkının, Türkiye'de 1934'te gerçekleştiğini söyledikten sonra, bu adımın fazla da önemli olmadığının altını çizmek üzere, Mustafa Kemal'in ölüm tarihinde hâlâ kadınların yüzde 90'ının okuma yazma bilmediğini hatırlatması da dikkat çekici. Söz konusu edilen, 30'lu yıllar, savaş ve yıkımdan çıkmış bir ülke ve Kemalist devrimin belki en az eleştirilebilecek yönü olan kadınların hukuki eşitliği konusu.
Başta belirttiğim gibi, küçük bir kitapçık hacminde uzun iki değerlendirme yazısını, burada baştan aşağı tartışma konusu etmek imkânsız. Yazının önemli bir bölümünü teşkil eden 'Ermeni soykırımı' ayrıca başlıbaşına uzun bir tartışma alanı. Burada da, asıl tuhaf olan, Anderson'un, 'Ermeni soykırımı' konusunda kendisiyle aynı fikirde olmayanları, kendi ifadesi ile Batı'da yaşayan veya Batılı en iyi tarihçilerden de olsa (Caroline Finkel, Şükrü Hanioğlu, Andrew Mango, Eric Zücher) korkaklık veya işbirlikçilikle suçlaması. Türkiye'nin resmi politikası ile organik bağları olanlar olabileceği gibi, 'belki farklı düşünende vardır' ihtimaline katiyyen yer vermemesi.
Anderson'un değerlendirmelerine katılırsınız, katılmazsınız, o ayrı konu. Benim için şaşırtıcı olan, Anderson gibi önemli birinin, bir ülkenin tarihini okurken, fazla ak-kara, fazla suçlayıcı ve en önemlisi 'bu ülkede ne olduysa, baştan sona kötü, karanlık' anlayışına teslim olmuş, bu anlayışın onun üslubunu belirlemiş olması. Nitekim, yakın tarih okuması bügünlere uzandığında, bu yaklaşım daha da belirginleşiyor. Sonuçta, iki belirleyici akım; 'Kemalizm ve İslamcılık, al birini vur öbürüne, bunlar adam olmaz' hükmüne kadar varıyor. Anderson'a göre, 'sayıca marjinal ama kültürel olarak merkez' olan sol AB'yi, 'Kemal ve Kuran'ın ikiz kardeş olduğu baskı kültünden kurtuluş olarak' görüyor. Anderson'a göre de, keşke AB ilkelerine uygun davranıp, Türkiye'yi üye yapıp adam etse ne güzel olur.
'Ya AB, ya barbarlık' Türkiye'de de kabul gören bir anlayış ama bu son derece sorunlu olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine, içerden 'Kurtarın bizi bu barbarlardan', dışarıdan 'Bu barbarları ancak Avrupalılar adam eder' diye özetlenebilecek bu görüşün demokratlıkla maskelenecek tarafı yok, bu klasik Oryantalizmin yeni biçimlerinden biri. 'Marx'da aslında Oryantalistdi' tezi bir yana, bu yüzyılda kendini solda tanımlayan kimseye, hele bir tarihçiye hiç ama hiç yakışmıyor.
Kaynak: Radikal