Boykot: Siyasetin çocukluk hastalığı

Türkiye tarihinde ilk defa sivil siyasetin anayasal düzeni inşa etme gücüne ve imkânına kavuşmasıyla birlikte bazı sosyo-psikolojik sorunların baş gösterdiğini görüyoruz. Tarihi karar aşamasına doğru ilerledikçe, aktörlerin anlaşmaz, uzlaşmaz ve kimi zaman da şiddetin diline büyük bir tutkuyla sarılan bir tarzda hareket etmeye başlamalarının hukuk veya tutarlı siyasal mücadele ile ilgisi çok zayıf.

Bugüne kadar anayasal düzenin inşa ediliş biçimi, tarihi uzlaşma imkânının bir şekilde çok sert bir karşıtlığa sürüklenmesi ihtimali hakkında bir açıklama sunabilir gibi geliyor.

Eski Anayasaların rolleri

Hatırlayalım;

1876 Anayasası paşalar ve ulema tarafından hazırlandı ve Padişahın fermanıyla Anayasa haline geldi.

1924 Anayasası tek partinin hemen hemen tamamını işgal ettiği bir meclis kompozisyonunda kabul edildi. Referanduma sunulmadan yürürlüğe sokuldu. İttihat ve Terakki’yle aynı siyasal anlayışı ve genetiği paylaşan ve ağırlıklı olarak askerlerden oluşan siyasal elitler Anayasa yaptı, sivillere yalnızca uymak düştü.

1961 Anayasası ise 27 Mayıs darbesinin ardından, darbecilerin kurduğu bir kurucu meclis tarafından yapıldı. Bu meclisin “kurucu” oluşuna kimse itiraz edemedi. Tarih tekerrür etti, ağırlıklı olarak askerlerden oluşan siyasal elitler anayasa yaptı, sivillere yalnızca uymak düştü.

Bu arada Kürtler, gayrimüslimler, dindarlar, solcular ve sair “ötekiler” için karanlık, değişmeden devam edecekti.

1980 Darbesi’nin ardından ittihat ve terakki geleneğinden başlayarak 1924 ve 1961 anayasalarının üzerine kurulu olduğu ideolojinin tahkimi niteliğinde bir anayasa daha yapıldı. Yine ağırlıklı olarak askerlerden oluşan siyasal elitler Anayasa yaptı, siviller uymak zorunda kaldı.

Evet, siviller hiç Anayasa yapmadılar. Onlara danışılmadı bile. Ne Kürde, ne Gayrimüslime... Türk’e de soran olmadı. Anayasal düzeni siyasal elitler, yani efendiler üretti, sivil siyaset aktörlerinin siyasal sorumluluk üretmeleri mümkün olmadı. Bir nevi “siyasal çocuk” kalmaya mahkûm edildiler.

BDP demokratik yolları kapadı

Dünya değişti, sivil siyaset gelişti. Toplum uyanmakla kalmadı, siyasi iktidardan pay istemeye de başladı. Bugün itibariyle Anayasal düzenin asli sahibi olma kararlılığını göstermeye başladı. Toplum siyaseti biçimlendirme, anayasal düzeni değiştirme doğrultusunda siyasal ve bürokratik aktörlerin önüne geçti. Sistemi zorlamaya başladı.

Ancak bir sorun var.

Tarihlerinde ilk defa “kurucu” olacak sivil siyasi aktörler, daha önce boykot etmeyi akıllarından geçiremedikleri parlamentoyu boykot etmeye başladılar.

BDP’nin boykotunu nasıl yorumlamalı?

Tepkilerinin gerekçesinin haklılığı çok açık. Politik yargının antidemokratik içtihat kültürü üzerine kurulu bir yasaklamayla başlayan siyasal blokajla karşı karşıyalar. Peki, boykot bu haklılığın giderilebileceği doğru yöntem mi? Bu oldukça kuşkulu.

Çünkü;

BDP boykotla birlikte demokratik siyasetin sorunları çözebilecek tek mekana karşı tavır aldı. Sistemin, yine kendisinin de kurucu aktörlerinden olduğu demokratik siyaset tarafından düzeltilmesi ihtimalini zora sokabilecek bir tutum içine girdiler.

Bir kere toplumun kendi kaderini tayin edebileceği tek kurumsal yapı olan parlamento boykot edilince, bunun toplumun geri kalan kısmında şiddet dilinin güçlenmesine yarayacağı, demokratik çözümün imkânsız olacağı algısını güçlendireceğini söylemek yanlış olmaz. Parlamento’dan ümidin kesilmesinin Türkiye tarihinde pek hayırlı sonuçları olmamıştır, özellikle Kürtler açısından...

Boykot bir demokratik hak olabilir, ancak bir ülkede demokrasi ve hak mücadelesinde bu hakkın akılcı, siyasal bilgeliği öne çıkaran ve sonuca odaklı olarak kullanılması gerektiğini hatırlatmak gerekiyor. Çünkü demokratik siyasette aktör iseniz, “hak” mücadelesi kadar “sorumluluk” üstlenmek de görevleriniz arasında...

Kürt siyasetçisi, tarihinde hiç olmadığı kadar demokratikleşmeye katkı sunabilecek ve toplumsal uzlaşının aktörü olabilecekken, eskiye ait bir refleksle “efendi”den çözüm bekleme psikolojisiyle hareket etmesi, sorumluluk üstlenmekten kaçışla da açıklanabilir. Oysa artık sorumluluk üstlenmenin, darbeci düzenin paradigmasını ayakta tutmaya çalışan kurumları, demokratik toplum iradesine tabi kılmanın zamanı...

Unutulmamalı, bu parlamento 27 Mayıs veya 12 Eylül sonrası kurulan icazetli göstermelik parlamento değil.

 

Demokratik hak olarak boykot

Parlamento ulusal iradenin somutlaştığı ve devlet aygıtına egemen kılındığı yegâne kurumdur. Demokratik sistemlerde toplum, parlamento vasıtasıyla siyasetin öznesi, devlet aygıtının biçimlendiricisi ve aktörüne dönüşebilmektedir. Çünkü yasa yapma gücüyle devleti biçimlendirebilmekte, kendi arzuladığı sosyal ve siyasal politikaları yaşama geçirme imkânını elde etmekte. Egemenliğin bizzat sahibi olarak, parlamento üzerinden Cumhurbaşkanından başlayarak diğer tüm devlet aygıtının kurumsal işleyişini kendi iradesine uydurabilmektedir. Hükümeti denetleyebilmekte, uluslararası politikaları belirleyebilmektedir.

Parlamento dışı alan ise birey ile devlet aygıtının karşılaştığı, devletin güç kullanma tekeli ve buyurma yetkisi karşısında bireyin “yönetilen” olduğu, buyruklara riayet etmek zorunda olduğu bir mekândır. Toplum parlamentoda siyasetin öznesi iken, parlamento dışında siyasetin nesnesine/konusuna dönüşmekte.

Boykot toplumun parlamento dışı mekânda, yani siyasetin konusu olduğu alanda, devlet gücüne karşı direnişi ifade edebilir. Bir sivil direniş niteliğini kazanabilir. Dolayısıyla bu alandaki boykot bir demokratik hak kullanımı olabilir.

Parlamentoyu boykot ise, boykot edenler bakımından kendini siyasetin aktörü olmaktan çıkarıp siyasal kararların pasif süjesine ve konusuna indirgemek, kendine ait egemenliği kullanma hakkını boykot etmek demektir. Kendine haksızlık ettiğine inandığı devleti kontrol etmek, değiştirmek ve dönüştürmek iddiasından sarfınazar etmek demektir.

Bu anlayışın demokratik bir anayasal sürece yarar sağlamayacağını görmek gerekir.

Kaynak: Star