Bölgesel entegrasyonların değişen dinamiği

Günümüz dünyasında bir ülkenin "konumu"nu belirleyen faktörler arasında ekonomik üretkenlik, uluslararası gelişmelere hızlı adapte olabilen toplumsal dinamikler, demokratik istikrar, bilgi ve teknolojiyi doğru kullanabilen kaliteli eğitim sistemi ve kültürel etki ("yumuşak güç") gibi unsurlar daha fazla kabul görmektedir. Bu açıdan bakıldığında bölgeselcilik ve entegrasyonist bir dış politika, uluslararası aktör statüsü ve etkinlik sahası kazandırabilecek önemli bir "kaynak" olarak belirmekte.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 10-11 Ocak 2011 tarihlerinde Yemen'e gerçekleştirdiği resmî ziyaret sırasında iki ülke arasında vizelerin kaldırılmasına ilişkin anlaşma imzalanırken, aynı tarihlerde Kuveyt'te bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği (AB) üyeleri arasındaki serbest dolaşım benzeri bir sistemin bölge ülkeleri arasında da kurulması gerektiğini dile getirmiştir. Bölge halkları arasındaki mesafeleri kaldırmaya yönelik bu çıkışları, Ankara'nın hem Arap hem de Körfez ülkeleriyle geliştirmeye çalıştığı "kapsamlı diyalog" girişiminin bir parçası olarak okumak mümkündür. Aynı şekilde bunu, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun ifadesiyle "Sinop'tan Ekvator'a, İstanbul Boğazı'ndan Aden Körfezi'ne kadar" uzanan dünyanın en önemli kuşağını tek bir havzaya dönüştürme hedefinin bir rüknü olarak da görebiliriz. Bu sürecin "Ortadoğu Birliği"ne dönüşüp dönüşmeyeceğini şimdiden söylemek zor olsa bile, Türkiye'nin son yıllarda izlediği yoğun entegrasyonist politikaların yönü ve geleceği konusunda bazı öngörülerde bulunmak mümkündür.

Türkiye'nin bölgeselcilik perspektifi, doğal olarak bulunduğu coğrafya ve kültür havzasıyla pozitif bağlantılıdır. Bu aynı zamanda Ankara'nın dış politika yapımında yakın çevresine sık sık farklı "bölgesel" gözlükler takarak bakmasına imkân vermektedir. AB'yi hariç tutarsak Ankara'nın kuzey, güney ve doğu istikametlerinde geliştirmeye çalıştığı entegrasyon süreci henüz yeni başlamış bir süreçtir. Zamana yayılmış sosyal gerçeklikleri rasyonel bir şekilde analiz edebilmek için zamansal bir uzaklığa ihtiyaç duyduğumuzu kabul edersek, özellikle bölge ülkeleri arasında inşa edilmiş duvarların yıkılışını ve bu yöndeki zihniyet değişimini en iyi gelecek kuşaklar anlayabilecektir. Yakın bir gelecekte başarılı "siyasi" entegrasyonların gerçekleştirilmesi uzak bir ihtimal gibi gözükse de, ekonomik açıdan bütünleşmiş bir Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu ve Avrasya tamamen hayal olarak görülmemelidir.

Daha şimdiden bölgesel düzlemde bu sürecin tohumu sayılabilecek canlı örneklerin oluşmaya başladığını görüyoruz. Halen "Gümrük Birliği" çalışmalarını yürüten ve "Ortak Ekonomik Bölge"ye doğru ilerleyen, gelecek hedefini ise "Avrasya Birliği" olarak açıklayan Avrasya Ekonomik Topluluğu (EurAsEC), 2010 İstanbul Zirvesi'yle birlikte Türkiye'nin başkanlığını üstlendiği "Asya'da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı" (CICA) ve Türk cumhuriyetleri arasındaki entegrasyon çalışmalarının somut bir tezahürü olarak kurumsallaşan Türk Konseyi gibi oluşumlar, bu tabloda göze çarpan ilk örnekler arasında yer almaktadır. Enerji zengini Körfez İşbirliği Konseyi (GCC) üyeleriyle yürütülen işbirliği görüşmelerini ve yine Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasındaki serbest ticaret/serbest vize bölgesi oluşturma çalışmalarını ve uzun vadede bunu ekonomik entegrasyona doğru ilerletme gayretlerini, aynı tabloda resmetmek mümkündür.

Entegrasyonist eğilimi yüksek "merkez" ülkeleri

Bölgesel entegrasyonlar Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu ve geniş Avrasya coğrafyasındaki birçok ülke için yeni bir fenomendir. Bugün söz konusu coğrafyada güçlü entegrasyonist politikalar izleyen ülkeler (Türkiye, Rusya, Kazakistan, Azerbaycan, Ürdün gibi) ön plana çıkmaktadır. EurAsEC'in gelişiminde Rusya ve Kazakistan'ın oynadığı rol, CICA'nın güçlenmesine Astana ve Ankara'nın yaptığı katkılar ve Türk Konseyi'nin kurumsallaşmasına Türkiye, Azerbaycan ve Kazakistan'ın destekleri bu tespiti doğrulamaktadır.

Entegrasyon sürecinin "çekirdeği"ni ve/veya "merkezi"ni oluşturan bu ülkeler, bölgesel düzlemdeki işbirliği girişimlerinin, kurumsallaşma çabalarının ve güç ilişkilerinin dinamiğini de dönüştürmektedir. Söz konusu merkez ülkelerinin entegrasyonist politikalarında gönüllü hareket ettiklerini, aşırı ideolojik vurgulardan uzak durarak tamamen pragmatik ve ekonomik çıkarlara dayalı bir yol izlediklerini iddia edebiliriz. Zira bu gruptaki ülkeler, sahip olacakları ekonomik güç sayesinde Avrasya ve Ortadoğu'daki diğer ülkeler tarafından cazip birer ortak olarak görüleceğine inanmaktadırlar. Kaldı ki günümüz dünyasında bir ülkenin "konumu"nu belirleyen faktörler arasında askerî gücün ve ülkenin teritoryal büyüklüğünün önemi her geçen gün azalırken, bunun yerine ekonomik üretkenlik, uluslararası gelişmelere hızlı adapte olabilen toplumsal dinamikler, demokratik istikrar, bilgi ve teknolojiyi doğru kullanabilen kaliteli eğitim sistemi ve kültürel etki ("yumuşak güç") gibi unsurlar daha fazla kabul görmektedir. Bu açıdan bakıldığında bölgeselcilik ve entegrasyonist bir dış politika, Türkiye gibi bölgesel ve/veya küresel bir güç olma potansiyeli taşıyan bir ülkeye, uluslararası aktör statüsü ve etkinlik sahası kazandırabilecek önemli bir "kaynak" olarak belirmektedir.

Bu bakımdan Türkiye'nin, entegrasyon projelerine aktif olarak katılan ve bu alanda inisiyatif alarak ön plana çıkan ülkelerle ilişkilerini yeniden tanımlaması yerinde olacaktır. Bu yapılırken, bölge ülkelerinin egemenlik, çoktaraflılık ve bölgeselcilik konseptlerine ilişkin yaklaşımları ve algılamaları dikkate alınmalıdır. Hatta denebilir ki, Türkiye'nin angaje olduğu entegrasyon girişimleri katı ve seçkinci ideolojik söylemlerden uzak durularak, enerji ve ekonomik-ticari paradigmalar çerçevesinde ilerletilirse, bu yapıların kurumsallaşma ve cazip bir eksen olma yeteneği daha da güçlenecek ve başarı şansı artacaktır.

Son tahlilde, tarihsel olarak Sovyetler Birliği döneminde bütünleşmiş bir siyasi çatı altında "zorla" bir arada bulunmuş olan Orta Asya ve Kafkasya'daki cumhuriyetlerin ve yine Osmanlı şemsiyesi altında birlikte yaşamış olan ülkelerin gönüllü ve aktörlerin rızasına dayalı bir entegrasyon sürecini başlatmaları "mümkün"dür ve geniş bir zamana yayılmalıdır. Özellikle entegrasyonist eğilimi yüksek ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin yeni bir boyut kazandırılarak derinleştirilmesi gerekmektedir. Güçlü bir siyasi iradeyle desteklenmesi ve ekonomik çıkarların uyuşması halinde, taraf olabilecek tüm bölge ülkelerinin sürece dâhil olması ve sinerjik bir etki meydana getirmesi beklenebilir. Türkiye'nin şu veya bu şekilde angaje olduğu entegrasyonların uzun vadede başarıya ulaşabilmesi için, her ülkenin bu süreçteki rolü ve tutumu dikkatle incelenmeli, yapıcı ve esnek kararlarla entegrasyon sürecinin sürdürülebilirliği sağlanmalıdır.

Kaynak: Zaman