Boğaziçi Üniversitesi ve reflekslerimiz


 
 
'Nesin, nerelisin?' diye sorduklarında, hiç demedim ama, şimdi içimden 'ben Boğaziçi Üniversitesindenim' demek geliyor. Aslında tam da değil, 'Robert Kolej'liyim' demek geliyor, çünkü o okulda okurken adı öyleydi.  
  
Benim kadar Kolej'li olanını bulmak da pek kolay değil. Orada bir yıl hazırlık (ihzari derdik), altı yıl orta ve lise, dört yıl da üniversitede okudum. On bir yıl içinde bu ortamda çocukluktan geçip evli bir adam oldum. Ben bu kampüsün ürünüyüm.

İnsanlar kendilerine kişilik ve özgünlük yakıştırır ama hepimiz az çok çevremizin de ürünüyüz. Son yıllarda 'ben neden böyleyim?' sorusunu kendime sorduğumda aklıma o okul yılları gelir. Beni şekillendiren en kritik yıllardı onlar. Gençken, o 'kapitalist' ve 'emperyalist' okula 'karşı' bir karakter geliştirdiğime inanırdım. Altmışlı yıllarda benim de içinde olduğum sol akım dünyayı öyle algılardı. (Yanlış anlaşılmasın, o 141/142'li yıllarda CHP sol sayılmazdı, bürokratik sağ sayılırdı) Şimdi biliyorum ki karşı olduğuma inandığım o ortam beni şekillendirmiş, 'ben'i yaratmış. Bunu ilk fark eden, yakınım Yunanlı bir dostumdu. Sen, demişti, Protestan ahlakı taşıyorsun. Kafama dank etti! Gerçekten beni etkilemiş olan Amerikalı hocalar, ki çoğunluktaydı, (Weberien anlamda) belli bir davranış sergiliyorlardı. İşlerini dürüst ve severek yapıyorlardı, tutarlı ve hakkaniyetliydiler, çalışkandılar, dakiktiler, açık sözlüydüler. Ama en önemlisi okulda demokratik bir hava esiyordu. Hepimize ve inançlarımıza saygılıydılar. Bu son özellik en önemlisiydi bence.

O soğuk savaş yıllarında okul içinde ben aktif bir TİP'liydim ama kimse bana tek bir kez olsun bir tek laf etmedi. Solcuları okula davet edip konferanslar verdirdik, kimse karışmadı. Sınıfta hocalara karşı çıkıp söylediklerimi şimdi aklıma getirdiğimde, o hırçınlığımdan ve saldırganlığımdan utanırım - hoş, o yıllardaki cesaretimle kıvanç da duyarım. Lisede, devrimci hızımı Keats gibi bir ozanı romantiktir diye 'rezil' ederek almıştım. Üniversite yıllarında her derste Suna Kili ve Kemal Karpat'a karşı çıkmayı alışkanlık haline getirmiştim. Onları yeterince sol bulmazdım. Amerikalı hocalara Amerikan emperyalizmini sık sık anlatırdım. 'Görüşleriniz çok ilginç' -very interesting- derlerdi. Ben de 'benimle baş edemiyorlar' sonucuna varırdım.

Sonunda benim için, doğru olsun yanlış olsun, görüşümü çekinmeden söylemek bir reflekse dönüştü. İnancımı dile getirmenin önünde bir yasak kavramı oluşmadı, özgürlüğümü en doğal hak saydım, otoritenin sınırlaması içimde yeşermedi, yerleşmedi. Aslında fark etmeden, tabiiyetten vatandaşlığa geçtim. Birey oldum. Daha önemlisi, farklı görüşlere açık oldum. Günlük pratik içinde öğrendiğim, karşısındakine saygıyı kusur etmemek koşuluyla herkesin istediği gibi konuşabileceği ve davranacağı idi. Ama bunu bana derste 'hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir' biçiminde ezberletmediler, bu bir yaşam biçimi olarak içime sindi. Refleks dediğim budur ve bunu bu okula borçlu olduğuma inanıyorum. Demokrasi derste öğretilmez, derste, olsa olsa demokrasi konusunda nutuk atarken ne diyeceğimiz öğretilir. Demokrasi bir yaşam, davranış ve refleks biçimidir. Karşı tarafı dinlerken sinirlenip onu yasaklarsanız, davranışına karışırsanız, hakimiyetin halkta olması gerektiğini ve özgürlüğün erdem olduğunu bilmeniz pek bir şey ifade etmiyor. Kritik bir anda sizin refleksiniz yasakçı ve despot olacaktır.

Sonraki hayatımda en duygulandığım anları bu okula konuşmacı olarak davet edildiğimde yaşadım. Dinleyiciler arasında artık hoca olmuş sınıf arkadaşlarım da vardı. Bunun ne anlama geleceğini bilen dostlar beni kampüste misafir ettiler, okulda birkaç gün yattım, yemekhanelerin, kütüphanenin, sınıfların kokusunu içime çektim. Eski ortam egemendi etrafta. Hayd Park'ta konuşurmuş gibi konuştum. Sonraki hocalık yıllarımda bu üniversitenin ortamını bir daha bulamamış olduğumu düşündüm. En yakın sınıf arkadaşlarımdan Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu'nun şimdiki üniversitesinde ne yapmak istediğini sanırım bütün bunları göz önüne alırsanız daha iyi anlarsınız.

Kimdir bilmiyorum, ama duydum ki Kadri Özçaldıran son on yıllarda ilk kez kolejli olmayan biri sıfatıyla bu okula rektör olmuş. Seçilmiş ve buna saygı duymak gerek. Ama, dedik ya, konuşmam da hak. Bu okul şimdiye kadar yalnız mühendis, matematikçi ve bilmem ne yetiştirmedi. Türkiye'de eksikliğini çok derinde yaşadığımız bir ortamı da, 19'uncu yüzyıldan başlayarak 'doğulu' bir çevrede sundu. Hani 'muasır medeniyet' denen ve dilimizden düşürmediğimiz o şeyin önemli bir öğesini: farklılığa saygıyı, hoşgörüyü, kısacası demokrasiyi. Yazılı olanını değil, içimizde, reflekslerde yaşayanı. 'Yasalar bunu gerektiriyor' lafını duyunca benim refleksim karşı tepkidir. Bir çığlık duyunca nasıl ürperirseniz, ağlayanı görünce nasıl empati duyarsanız, aç olanı görünce nasıl lokmanız kursağınızda kalıyorsa (yoksa kalmıyor mu?), işte böyle bir şeydir demokratik tutum. Öğrencilerin giyimine karışılınca kuşkusuz öğretim kalitesi düşmez, ama yetişen insanların kalitesi yara alır. Farklı bir öğrenci kuşağı çıkar ortaya.

Giyime müdahaleyi duyunca aklıma bunlar geldi, okulum ve öğrenciler adına üzüldüm. Gerçekten belki yasalar böyle bir tutumu gerekli kılıyor. Ama ben bu yasaları zorlayacak gücü kendimde bulmasam, en azından rektörlükten istifa etme gücünü bulurdum. İstifa çok kolay ve tehlikesiz bir şeydir. Bende hele, refleksif bir işlem olurdu. Bu okulun en köklü ve özel mirasını 'yasa' adına bir idari kararla yok etmezdim. Belki on bir yılda bana aşılanan ahlaki ve felsefi değer böyle bir şeydir. Biraz farklı olmamdan hiç pişman olmadım. Genel toplum içinde biraz marjinal kaldım ama dünyada dolaşırken hiç de 'çağ dışı' hissetmedim. 
 
Kaynak: Zaman