Bitmeyen hikâyenin özü

Ahmet Turan Alkan Bey'in, günümüzde Müslüman kadının iş ve toplum hayatındaki yeri konusunda okuyucularıyla girdiği tartışma, İslâm dünyasında bir buçuk asırdır yaşanan bir kargaşanın yansımasından başka bir şey değildi.

11 asır süren "zafer sabahlarının ardından bozgun akşamları"na düşen İslâm dünyasında pek çok âlim ve mütefekkir, bu değişimi sorgular ve yeni bir sabaha nasıl uyanılabileceğini tartışırken, konuyu ne yazık ki içtihad temelinde ele aldı. Temelden yanlış olduğu son yıllarda daha çok ortaya çıkan bu yaklaşımı tashih için Bediüzzaman'ın İçtihad Risalesi olan 27. Söz mutlaka okunmalıdır.

Kusura bakmazlarsa, gerek A. Turan Alkan Bey'in gerekse okuyucularının tavrında gözden kaçtığı görülen iki nokta, söz konusu yaklaşımda da nazara alınmayan ve bu yaklaşımı temelden kusurlu hale getiren ana noktalardır. Bu kusura fıkıh usûlünü bilmememiz de eklenince, meselâ Taha Akyol Bey gibi dikkatli bir insan bile, bir panelde, Hz. Ebu Bekir zamanında Hz. Ömer'in kendilerine Peygamber Efendimiz'in müellefe-i kulûb olarak zekât verdiği iki kişiye zekât vermemesini, Şeriat'ın daha Peygamberimiz'den sonra yetersiz hale geldiğine delil gibi zikredebilmişti. Aynı veya benzeri hatalı tutumlar, konunun uzmanı geçinen pek çokları tarafından da ne yazık ki hâlâ sergilenmektedir.

İslâm, hayatın bütününü kapsar. Nasıl vücutta temel iki organ kalb ve beyin ise, hayatta da temel iman ve ilim, kalbin ve zihnin iman ve ilim ile inşasıdır. Nitekim İslâm da, her şeyden önce hem zihinlerin ve kalblerin inşasını, hem de her zaman için onların sıhhatini korumayı esas alır; bu sebeple de önceliği daima imana, ilme, ibadete ve ahlâka verir. Ferdî ve içtimaî hayatın bütününü kuşatan ve meşhur tarifle, "efrâdını câmî, ağyarını mânî" bulunan İslâm fıkhı (hukuk sistemi), ancak iman, ibadet ve ahlâk temelleri üzerine bina edilebilir. Bu da, hem bir hak etme, liyakat kazanma, hem de talep etme meselesidir. Sadece, "Hayır, hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında baş gösteren anlaşmazlıklarda seni hakem veya hakim kabul edip, sonra da verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı ve itiraz duymadan tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar." âyeti bile, (Nisâ Sûresi/4: 65), bu konuda tam bir fikir vermeye yeter. Yeterince açıklayıcıdır ki, Medine'de müeyyideli birer hukuk kaidesi olarak vazedilen cana kıymama ve zina etmeme gibi hususlar, Mekke'de İsrâ Sûresi'nde daha çok ferdi inşa edici birer ahlâkî düstur şeklinde zikredilmiştir. Bu temel noktadan hareketle diyebiliriz ki: Türkiye'de de lâik sistem, zaten tabiatı gereği İslâm hukukunu reddettiği ve hayat bambaşka ölçüler üzerine oturduğu gibi, Türkiye dahil İslâm dünyasında son birkaç asırda zihinleri ve kalbleri artık sadece İslâm inşa etmemektedir. Dolayısıyla da, nasıl muhakeme ve düşüncelerimiz saf İslâmi olamıyorsa, aynı şekilde İslâm'a ait bulunmayan, onun şekillendirmediği bir düşünce, gaye, dünya görüşü, içtimaiyat, ekonomi ve siyasî temeller üzerine bina edilmiş bir sistemde de, saf İslâmî bir kural koyma adına içtihada kalkışmak, her şeyden önce bir usul hatası olarak görünmektedir.

Kanaat-i acizanemce, konuyla ilgili olarak diğer çok önemli nokta da şudur: İslâm fıkhı, kitaplarda yazılı, donmuş, fosilleşmiş kaideler bütünü değildir. Bütünlüğü içinde İslâm, bütün kapsayıcılığıyla Müslümanlaşma, dinamik bir hayat, kendine has çizgide devam eden kesintisiz bir süreçtir. Ancak böyle bir süreç içinde, o süreçte yer alan selâhiyet sahipleri -belki bütün Müslümanları da değil- sürece ait olanları bağlayıcı kararlar verebilir, içtihadlar yapabilir. Umum için ise ihtilâflar ve kargaşa kaçınılmaz gibi görünüyorsa da, her şeyden önce samimiyet esas alınır, maksat İslâm'ı her değişen şarta ve duruma, arzularımıza, dünyaya uydurmak, adapte etmek değil, hayatımızı, durumumuzu, dünyamızı İslâmîleştirmek olursa, o zaman Cenab-ı Allah, kalblere doğruyu yanlıştan ayıracak furkan yerleştirecek ve bizi tek olan Sırat-ı Müstakîm'e götüren yollardan birine (sebil), dolayısıyla Sırat-ı Müstakîm'e ulaştıracaktır.

 

Kaynak: Zaman