İnsan, anılarla yaşar.
Kimileri geçmişleriyle yüzleşmekten çekinir, anılarını içinin derinliklerine atar. Kimileriyse çevrelerindeki yakın dostlarıyla paylaşmak ister.
Ben de onlardan biriyim.
Bende iz bırakmış bazı anılarımı gerçek dostlarımla paylaşmayı tercih edenlerdenim.
1970'li yıllarla 1980'li yılları unutmak mümkün mü?
Bizim nesil o kaos yüklü günlerin canlı şahididir.
Bugün bakıyorum da İstanbul'a geleli 30 yılı buldu.
27 YIL SONRA DOSTLARLA HEM HAL OLMAK
12 Eylül 1980 askeri darbesini İstanbul'da yaşadım. O günün mutlaka herkeste ayrı bir önemi ve hatırası var. Benim için nasıl bir anlam ifade ettiğini anlatmak istiyorum:
O dönemde Milli Gazete'de çalışıyordum. Nişan yüzüğünü takalı iki ay olmuştu. Her geçen gün yoğunlaşan anarşi ve terör olayları milleti bezdirmişti. Televizyonlardan, radyolardan İstanbul başta olmak üzere yurdun dört bir yanında onlarca kişinin kör kurşunlarla hayatını kaybetmesini duymak neredeyse kanıksanmıştı.
Bazı akşamlar, iş çıkışı kayınpederimin evini ziyaret eder, yemek ve sohbet faslından sonra Topkapı'daki ahşap evime dönerdim.
Mesai arkadaşım sevgili Muhterem'le (Özdemir) aynı evi paylaşırdım. (Sonraki yıllarda bu aziz dostumuzun ani rahatsızlanıp vefat etmesi birçok arkadaşı gibi beni de derinden yaralamıştır, bu vesileyle onu bir kez daha rahmetle yadediyorum.) Muhterem, gazetenin dizgi servisindeki 'çıkış' bölümünün sorumlusuydu. Aynı serviste sevdiğim dostlarımdan kimler yoktu ki: Şeref Arslan, Hamit Can, Mustafa Güzel ve birbirinden değerli başka birçok arkadaş...
ŞİMDİ O EVLERİN YERİNDE YELLER ESİYOR
Evimiz camiye yakındı. Sabah ezanını adeta evin içinde okunuyormuş gibi duyardık. Müezzinin 'essalatu hayru'n-mine'n-nevm' uyarısından önce kalkmış olurduk.
Muhterem kardeşimi (mekanı cennet olsun) gündüzleri çok yorulduğundan bir uyudu muydu zor uyanırdı. Uykusu biraz ağırdı. Onu namaza kaldırmakta zorlandığım olurdu. Onu incitmemeye çalışarak, birkaç kez seslenirdim.
ADETA İÇİME DOĞMUŞTU…
Ufak bir radyomuz vardı. Sabahları açar, haberleri falan dinlerdik. O dönemlerde TRT'den başka radyo yayını yoktu.
Evet tarih 11 Eylül. Sabah vakti. Radyoyu açtığımda tuhaf bir sessizlikle karşılaştım. 'Muhterem, kalk ihtilal olmuş' dedim. 'Ne ihtilali ya? Bırak da uyuyayım' diye cevap verdi.
Zaten şaka yapmıştım. Fazla üstelemedim. Her zamanki gibi evden çıkıp işe gittim.
O günün nedenini çözemediğim sıkıntılarla geçtiğini bugünmüş gibi hatırlarım. Hiçbir şeyin tadı-tuzu yoktu. İçime sanki karabulutlar çökmüştü.
Akşam Cerrahpaşa'ya kayınpederlere gittim. Geç saatlere kadar oturdum, sohbet ettik. Sonra müsaade isteyip eve doğru yürüdüm. Sanki sıradışı birşeylerin olacağı içime doğmuştu. İlginçtir ama 'bu gece mutlaka birşeyler olacak' diye bir his kaplamıştı içimi.
'…VE ORDU İŞBAŞINDA'
O gece gözüm uyku tutmuyordu. Yatakta sağa-sola dönüyordum, vakit geçmek bilmiyordu. Saat iki sularına kadar böyle bir hal içindeydim. Sabaha karşı saat dörtte birden uyandım. Nedenini çözemediğim bir refleksle radyoyu bulup, açtım. Hasan Mutlucan, tok sesiyle 'Estergon Kalesi'ni veya 'Hele Şahlanıyor' mu türküsünü okuyordu... Demek ki, ihtilal oldu diye endişelendim ve müziğin bitmesini bekledim.
Evet, Hasan Mutlucan'ın sesi kesildikten sonra, spiker konuşmaya başladı: 'Burası TRT radyosu, şimdi haberler.' Spikerin haberlerin devamında söyleyeceklerini heyecanla izlemeye devam ettim: 'Türk Silahlı Kuvvetleri, 'emir ve komuta zinciri içinde ve emirle' ülke yönetimine el koydu. Yasama ve yürütme yetkilerini kullanacak bir Milli Güvenlik Konseyi kuruldu." Aşağı-yukarı böyle bir tablo çiziliyordu. Hatırladığım kadarıyla Konsey, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşuyordu.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığı'nın yanı sıra Devlet Başkanlığı görevini de üstlendi. Hemen ardından Milli Güvenlik Konseyi'nde 1 numaralı 2 numaralı bildiriler yağmaya başladı.
MUHTEREM İNANMAK İSTEMEDİ
Hükümet ve parlamento feshedilmiş, parlamenterlerin dokunulmazlığı kaldırılmış ve bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmişti. Ayrıca alınan tedbirler çerçevesinde yurtdışına çıkışlar yasak ve sokağa çıkma yasağı konmuştu.
Muhtereme dönüp dedim ki: 'Kalk oğlum, ihtilal olmuş. Askerler yönetime el koymuş'. Dostum yine inanmadı. Her zamanki gibi şaka sandı. Israrla durumu anlattım Muhterem'e: 'Vallahi doğru söylüyorum, ihtilal olmuş. Baksana Hasan Mutlucan türkü söylüyor!' Ardından spikerin anonsunu Muhterem'e de dinlettim: 'Şimdi haberler... Sayın dinleyiciler, ordu yönetime el koydu'... Muhterem, 'Bismillah' diyerek çevik bir hareketle doğrulup, kalktı.
MİLLİ GAZETE TABLOİD BOY OLARAK ÇIKTI
Sabah, sekiz sıralarında işyerine duvarın üzerinden atlayarak girebildik. Evimiz işyerine yakın olduğundan ulaşım sorunumuz yoktu. O günden bazı anekdotlar şöyle:
Saat 10.00'da kimsecikler yoktu.
Saat 11.00'de ne gelen vardı, ne giden...
Onbir buçuk sıralarında Genel Müdür Mustafa bey (Karahasanoğlu) geldi. Daha sonra Kemal Güler ve başka arkadaşlar bir bir gelmeye başladılar.
Kısa bir süre sonra 'serbest dolaşım kartlarımız' geldi.
Bir sonraki gün çıkacak gazete için hazırlıklara başlandı. Ama ne doğru-dürüst haber, ne de yeterli miktarda kağıt vardı.
Yağ, benzin, tüp, şeker vs. gibi ihtiyaç maddelerinin karaborsa olduğu ülkede elbette kağıt krizi de sözkonusuydu.
Genel Müdür Mustafa Bey, 'gazeteyi bugün tabloid boy çıkaralım' dedi. Başka yapılacak birşey yoktu. Evet, o gün Milli Gazete yayın tarihinde ilk ve belki de son kez olarak 'tabloid boy' olarak okuyucusunu selamladı.
CADDELERDE TAKSİ MİNİBÜS YERİNE TAKLAR FİNK ATIYORDU
Akşam, yine Cerrahpaşa'ya kayınpederlere gitmek üzere yola çıktım. O zamanı hatırlayanlar şehirlerarası otogarının Topkapı'da olduğunu iyi bilirler. Gazeteden çıktım. Caddelerde otobüs, minibüs ve taksilerin yerine tanklar "fink" atıyordu.
Pazartekke'ye vardım. Askerler yolumu kesip, "Hayrola nereye?. Sokağa çıkma yasağı var, bilmiyor musun?" dediler. Gazeteci olduğumu söyledim ve 'serbest kart'ımı gösterdim. Birkaç adım sonra bu kez Çapa'da askerlerle karşılaştım. Aynı sorular ve aynı cevaplardan sonra Cerrahpaşa'ya varabildim. En az 8-9 kez aynı olay tekrarlandı.
Nişanlımın evine varıncaya kadar elbiselerim, çamaşırlarım terden sırılsıklam olmuştu.
ALLAH BİR DAHA YAŞATMASIN…
Akşam yemeğinden sonra, her zamanki gibi çay eşliğinde sohbet ettik. Gece yarısına doğru evime gitmek için izin istedim. Topluma taşıma araçları çalışmadığından haliyle yürümek zorundaydım.
Yine beni çeviren askerler adımı, kimliğimi, nereden gelip nereye gideceğimi sordular ve ben yine tek tek sorularına cevap verdim.
Topkapı'ya gelene kadar akla karayı seçtim. 'Oh be Allah'a şükür' dedim, Cerrahpaşa-Topkapı hattı, adeta gözüme şehirlerarası yolculuk kadar uzun görünmüştü.
Aradan yıllar geçti. Bugün 12 Eylül 2007. O yıllardan bugüne elbette çok şey değişti. Allah bize o korkunç günleri ve geceleri bir daha yaşatmasın. Bu arada son noktayı koymadan, Muhterem kardeşimizi ve kaybettiğimiz başka dostlarımızı bir kez daha rahmetle, geride kalanlara uzun ve hayırlı ömürler diliyorum.
Endülüs'ün yerinde yeller esiyor!
Orta Asya'nın kalbi: KAZAKİSTAN