Biraz daha sabır ve sebat…

Anayasa tartışmaları şiddetlenerek devam ediyor. Vuruşarak geri çekilen bürokrasi, iktidarını kaybetmemek için müslüman halkı âdeta yok sayarak meşruiyetini koruyacak maddeleri ibka ve ihya etme peşinde… Halkın mukaddesatını yok saymaktan başka marifeti olmayan, gemi azıya almış laikçi kesim ise, tartışmanın eksenini kaydırmak ve anarşi çıkartmak için elinden geleni ardına koymuyor. Bütün bunların arasında, insaflı bir kesim de heyecan ve ümitle topluma dikilmeye çalışılan yeni elbisenin ölçülerini tarif etme gayretinde…

 

Anayasaların 'toplumsal sözleşme' özelliğinden bahisle başlayan nutuklar, aslında toplumun henüz sözleşme yapabilecek liyakat ve ehliyette olmadığı hezeyanlarıyla ve zaten topluma şekil vermesi istenilen sistemin bekası için hır-gür çıkartmak dahil her yola başvurmayı mübah gören çığırtkanlıklarla neticeleniyor. 'Mahalle baskısı' gibi nevzuhur ve elitist bir mefhuma mal bulmuş mağribi gibi sarılan, haddizatında yaptıkları psikolojik baskıyı bastırmak amacındakiler ise çaresizlik girdabındaki yâveleriyle ve tavırlarıyla şeytana bile maskara oluyorlar. 

 

Tüm bunları, vaktiyle anayasa hukukunda ihtisas yapmış ve üçüncü dünya ülke anayasaları ile modern anayasaları mukayese etmiş birisi olarak değil, hukuk maskesi arkasında saklanan şablon anayasaların altında ezilen bir vatandaş olarak, ibretle izliyorum.

 

***

  

Anayasacı Karl Loewenstein anayasaları şu şekilde sınıflandırır: 1- Garantiste (gerçek) anayasalar. Loewenstein bu anayasalara normatif anayasalar demektedir. 2- Nominal Anayasalar. (Bireylere hak değil görevler yükleyen anayasalar) 3- Yalancı veya sahte anayasalar.

 

Anayasalar cemiyetlerin elbiseleri gibidir.  Memleketimiz bugüne kadar hep bir yerlerini açıkta  bırakan anayasalara mahkûm edildi. Şu veya bu sebeple yapılan yamalar ve ilaveler hiç derde derman olmadığı gibi 'kök'lerindeki karanlık amaçlara ve 'derin'lerdeki dip dalgalara hizmet ettiler. Şimdi gündemdeki çalışmadan da yüzde yüz, tam oturacak bir elbise çıkmayacağı provalarından belli. Terzi, cemiyet olacakken terziliğe hevesli kasaplar fıtrî bir sözleşme, mukavele yapılmasının önüne barikatlar koyuyorlar. Onlardan da bu beklenir zaten. Vahşilerden insaf beklemek ahmaklıktır! Ahmaklara insaflı davranmak ise vahşiliktir!

 

***

 

Her cemiyet lâyık olduğu anayasaya er-geç kavuşur. Üzerimizdeki deli gömleğini çıkartmak ve gerçekten bünyemize uygun bir elbise giymek için son seksen yılın en istekli mevsimini yaşadığımız kesin. Yapılan çalışma, fıtratımıza uygun olursa, halkın vicdanını terennüm edebilirse, toplumum tüm kesimlerinde ma'kes bulursa başarılı bir çalışma olacaktır.

 

Bu meyanda, anayasanın bir nevî mimarı olacak vekillerimize bir mesajım var:

  

Gelin önce, 1922 senesinde, tehlikeli planların icrası arefesinde, Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine hitaben yayınlanan Bediüzzaman Hazretleri'ne âit bir beyanamenin şu paragrafını okuyalım: "Enbiya'nın (peygamberlerin) ekserisi (çoğu) şarkta ve hükemanın (ilim adamlarının) ağlebi (çoğu) garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir (işaretidir) ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına (yaratılışına) veriniz. Yoksa, sa'yiniz ya hebaen gider ya muvakkat olur veya sathî kalır..."

 

Sır burada: Fıtrata uygun cereyan vermekte. Aksi takdirde, bir hastalık için yanlış ilaç verildiğinde nasıl vücudun muhtelif yerlerinden yaralar çıkıyorsa, toplum bünyesine uymayan kanunlar ve uygulamalar da toplumda derin yaralar ortaya çıkar. Cumhuriyet tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur.

 

Beyannameden  bir paragraf daha okuyalım: "Za'f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur'âniyenin zuhura yakın geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm zâten muhtaç değildir."

 

"Lâkaydâne ve ihmâlkârâne müsbet bir iş görmek" cümlesinin altını çiziyorum. Sadra şifa olacak bir neticeye varmaksa gaye, bu, gelişigüzel, lâubâlice, kayıtsızca, mukaddesâtı ihmal ederek başarılamaz.

  

Bu iki paragraf 85 sene önce milletvekillerine söylenmişti; şimdiki muhatapların da dikkatle okumasında fayda var.

 

Son söz şu olmalı: Herşeyin bir vakt-i merhûnu yani belli edilen muayyen zamanı vardır. Meselâ, tohum, yerin altına girer, vakt-i merhûnu gelince bir sünbül olarak arz-ı didâr eder. Hayalini kurduğumuz hakiki anayasa da böyledir; bugün-yarın elbise tamamlanacak, hazır olduğumuz vakit güneş gibi doğacaktır. Biraz daha sabır ve sebat gerek…

 

 

isbilir@theunity.org