Bir küheylan misali çağladı ve bir şiir biledi gitti


Erdem Bayazıt Ağabeyi de Rahmet-i Rahman'a uğurladık. Şiirimiz, daha bir öksüz artık. Hayatımız, daha bir tatsız.

Erdem Ağabey, şiir gibi bir adamdı: Şiir gibi yaşardı: Sessiz ve derinden bakardı. Sükût sûretinde bir hayatı vardı: Susarak konuşurdu. O'nun olduğu yerde bir sessizlik varsa, mutlaka o derinden konuşuyor demekti: İç dünyasında biriktirdiği kutlu meyvelerin yemişlerini devşirmeye hazırlanın demekti bu. Çünkü bu sessizlik, bereketli bir sessizlikti: Birazdan şimşekler çakacak, fırtınalar esecek, Erdem Ağabey bir küheylan gibi çağlayacak demekti.

Erdem Ağabey'le Mavera dergisinde tanışmıştık. Ankara'ya her uğradığımda uğrardım Mavera'ya. Daha doğrusu, Mavera'ya uğramak için uğrardım Ankara'ya.

Mavera'nın bürosunda tanışmıştık; yine bir sükût sûretinde hareket hâlindeyken. Cahit Zarifoğlu Ağabey, yeni gençlerden sözediyordu: Ümit vadeden gençlerin metinlerinden: Bir çocuk gibi seviniyordu bereketli mevsimlere.

Ama Erdem Ağabey'le asıl tanışıklığımız, dostluğumuz Ajans 1400'lü yıllardadır: Bir masada Cahit Ağabey otururdu, pencere kenarında, köşedeki masada Şenol Demiröz Ağabey, Cahit Ağabey'in yanıbaşındaki masada da ben. Erdem Ağabey de bulduğu yere ilişir, iliştiği her yere ve her kese, durmaz mutlaka bir şeyler "iliştirirdi". Herkes işiyle meşgulken, bir ânda, biraz önce yukarıda tasvir ettiğim manzarayı yaşardık: Önce sessizlik kaplardı salonu. Sonra, hiç beklenmedik bir ânda Erdem Ağabey yerinden kalkar ve "ortaya" konuşmaya başlardı: Ya bir şiir söylerdi yüksek sesle; ya bir fikir beyan ederdi coşkuyla, derin bir nefesle: İşte o zaman tam bir küheylan misali çağlardı ve herkesi pürdikkat kendisine bağlardı.

Ajans 1400'lü yıllarda vakit namazlarına birlikte giderdik karşımızdaki camiye. Cahit Ağabey, radyodan geç gelirdi; gelir germez de seccadesini serer ve öylece eda ederdi ikindilerini. Kol kola girerek giderdik namazlara: Daha doğrusu, karşıma geçer, şöyle bir bakar, sonra kolumdan tutarak kaldırırdı masadan: Abdestli olduğumu bakışlarımdan anladığı zaman kolumdan tutar, kaldırır ve iki-üç dakikalık camiye 10-15 dakikada giderdik. İşte o zamanlar, benim "hakîkî üniversite eğitimi" aldığım eşsiz zamanlardı: Ya bir Pasolini, bir Fellini, bir Kurosawa filminden bir enstantane üzerinde uzun tiradlar geçer; ya bir fikrini beynime nakşederdi: "Düşün" derdi, "ne diyeceksin bakalım?" diye de sormadan edemezdi.

Erdem Ağabey'den asaletin, erdemin, ucuzculuğa prim vermemenin ne demek olduğunu öğrendim. Derûnî sessizliğin ve sükûnetin, sükût sûretinde coşkunun, heyecanın, taşmanın ve kendini aşma çabasının ne demek olduğunu bir de.

Üç yıl önce, Kırım'da uzun uzun sohbet etmiştik. Yazıları dikkatle takip ettiğini söylemişti: "Medeniyet ruhunun yeniden şahlanması gerekiyor: Bu ruh, bizi yeniden ayağa kaldıracak yegâne ruhtur. O yüzden, yılmadan, usanmadan devam et," demişti.

Erdem Ağabey'i "ölümsüzlük mevsimi"ne uğurladığımız şu acı günde, böyle hatırlamak ve asil bir insan olarak, coşkusu, heyecanı dinmeyen şiir gibi bir insan olarak size de böyle hatırlatmak istedim.

Erdem Ağebey'in şiirde yaptığı şey, kendine özgü bir şeydi: Medeniyet ruhu ışığında geleneğin, geleneksel duyuş, düşünüş, yaşayış, varoluş tarzlarının nasıl yeniden yemiş verebileceğinin, capcanlı kılınabileceğinin canlı bir timsali ve şiirde de bunun öncü bir misaliydi: Erdem Ağabey, Yahya Kemal ve Necip Fazıl şiirindeki çağlayanı andıran diriliği, Sezai Karakoç şiirindeki çağları delip gelen dinginliği ve enginliği, Cahit Zarifoğlu şiirindeki derin işçiliği mezcedebilmiş, kendine özgü bir dille yeniden üretebilmiş hâs bir şâirdi.

Aslında bütün bunların ötesinde, Erdem Ağabey'in gerek asil şahsiyetinde, gerek özgün şiirinde onu bir küheylân gibi çağaltan, coşturan, doldurup-taşıran kaynak Kutlu Kitabımız'dı. Ajans 1400'lü yıllarda Kutlu Kitabımız'dan nasıl coşkuyla, ürpererek pasajlar okuduğunun canlı tanığıyım. O yüzden, Mehmet Kaplan, Erdem Ağabey'in şiirinin Yunus'tan, Mevlânâ'dan izler taşımak yerine Marksistlerden esinlendiğini söylerken çok büyük yanılgı içindeydi: Sadece şu dizelerde bile başta Kitabımız olmak üzere, Fuzûlî'yi de, Yunus'u da, Mevlânâ'yı da, Şeyh Galip'i de, Sezai Karakoç'u da görebilirsiniz:

"Ürperir tabiat üfleyince rüzgârı derin gök soluğu / Ulu ses dokununca çarka / Düşer ölümün gölgesi eşyaya / Başlar eşyada hareket kurtulmak için kendinden / Daha öteye geçmek için arınmak gibi elbiseden / Sonra ses olur."

Ve "Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden / İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden / Ölüm bize ne uzak ne yakın bize ölüm / Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm" gibi ölümsüz dizelerinin küheylan gibi çağlayan ve bize şiir bileyen şairini rahmetle anıyor, Ahmet Bayazıt Ağabey ve ailesine başsağlığı diliyorum. Mekânı cennet olsun.

Kaynak: Yeni Şafak