Geçen yazıda AK Parti'nin Müslümanlar açısından kazanç ve kayıplarının bir dökümünü yapmaya çalışmıştık. Bu yazıda cemaatler seviyesindeki maliyetin muhasebesine devam edeceğiz.
AK Parti iktidarıyla, "bizim ikitadırımız kuruldu" yanılsamasına düşerek cemaatler ve tarikatların önemli bir bölümü, kamu kaynaklarından istifade edip kendi asli kaynaklarıyla yetinmekten vazgeçtiler; sivil zihniyeti terk edip onlar da "İslamcı" iken "muhafazakar demokrasi" kimliğini benimseyen aydınlar gibi trajik bir biçimde reflekslerini devletin politik yönelim ve çıkarlarına göre belirlemeye ve Ortadoğu ile Afrika gibi açılımlara girişirlerken uzak mesafeden devletin ve elbette uluslar arası düzeni yeniden tanzim etmeye kalkışan hegmonik güçlerin çizdiği çerçeveyi gözetmeye başladılar.
Eğer cemaatler kendi asli mali kaynaklarıyla yetinip toplumu sosyal ve ahlaki bakımdan güçlendirme faaliyetlerini sürdürselerdi ve bunun için de sivil ve özerk varlıklarını koruyabilselerdi, devleti daha adil yönde dönüştüreceklerdi. Toplum bu sayede ahlaki ve sosyal bakımdan takviye edilir, demokratikleşerek özgürleşir ve hudutları aşmadan zenginleşebilirdi. Bu yolu seçmedikleri için, devlet kendisi ne kadar demokratikleşmeye karar verirse, cemaatler ve tarikatlar da arkasından o kadarcık demokrasiyle yetinmek zorunda kalacaklar.
3. Son bir felaket, 19 ve 20. yüzyıllar boyunca siyasi mücadele veren İslamcıların, bütün İslam dünyasında olduğu gibi –buna İran da dahildir- iktidarın modern karakterini sorgulamadan, ona tehalükle sahip çıkmak istemeleri oldu. Bunun en yüzeysel ve iştahla vuku bulan örneği AK Parti iktidarıydı. Bu bizi iki yanılgıya sürükledi: Biri, sorun temelde ahlaki, felsefi, sosyal ve küresel boyutlarda seyrederken, İslamcılar da 19. yüzyıl Avrupalıların yanılgısına düşüp sorunu salt siyasi ve ekonomik boyutlara indirgediler –ekonomi politiğin yanılgısı- ve eğer siyasi iktidarı devralıp gücü ele geçirecek olurlarsa, her şeyin düzeleceği zannına kapıldılar.
Bu sayede her şey siyasileşti, siyasi faaliyet ve çabadan ibaret sayıldı; siyaset, ekonomik güç, refah ve haksız çıkar getirme beklentisine indirgendi. İkincisi, tam bununla bağlantılı olarak, iktidar kendi modern yapısını koruduğu için zulüm ve haksızlık üretmeye devam etti. Bu eğri bir cetveldir, bundan doğru çizgi çıkmaz. Müslümanlar iktidar yapısını sorgulamadan ona sahip oldukları ve kullanmaya kalkıştıkları için genel bir iyileşme sağlayamadılar, sağlayamadıkları gibi umut olmaktan çıktılar, diğerleriyle aynı kulvara düştüler ve hepsinden daha trajik olanı zulme ve günaha ortak oldular.
Bu sistem böyle devam edemezdi. Kapsamlı bir değişim geçirmesi gerekirdi. Değişimi sağlayacak siyasi aktör tek başına devlet olamazdı, çünkü devletin kendisi bu değişim işlemine tabi tutulmalıydı. Değişimi sağlayacak olan bir siyasi aktör olmalıydı, ama arkasında da muazzam bir toplumsal destek olmayan bir siyasi partinin bu değişimi gerçekleştirmesi düşünülemezdi. Şöyle düşünüldü:
AK Parti bu değişimin siyasi aktörü olsun. Fakat değişimin felsefi temelini ve fikrini liberaller belirlesin. Böylelikle beyni liberallerden, çalışan, amelelik yapan gövdesi dindarlardan, muhafazakarlardan müteşekkil bir bünye değişimin öncüsü oldu. İslamcılar özenle işin dışında tutuldular, çünkü hem devleti devletin çıkarı adına restorasyondan geçirmek isteyen iç iktidar seçkinleri hem Türkiye üzerinden Ortdoğu'da ve İslam dünyasında bölgesel/küresel bir proje yürütmek isteyen hegemonik güçler, İslam'ın politik ve entelektüel bir aktör olarak sahaya girmesini istemiyordu.
Bir tecrübe yaşandı.
Bu tecrübenin bizi 21. yüzyılın ilk 10 yılında bizi getirdiği nokta şudur:
1) Sisteme, onun haksız dağılımından yararlanarak katılan Müslümanlar kıblelerini şaşırmış bulunuyorlar; başörtülü köşe yazarlarından biri "İyi ki Türkiye seküler hukuka geçti" derken, diğeri "Günah işleme özgürlüğünü isterim" diyordu.
2) Postmodern zamanların ruhuna uygun olarak toplum çözülüyor ve bu feci çözülmeden Müslümanlar da paylarını alıyorlar. Bu bütün dünyayı derinden rahatsız eden çözülmeyi değil önlemek, aksine onlar da diğerleriyle birlikte çözülmenin ve çürümenin parametrelerini savunarak sürece katılıyorlar.
3) Devlet büyük bir restorasyondan geçer ve Ortadoğu'nun genelinde taşlar yeniden döşenirken, Müslümanlar sadece "kol kuvveti" olarak görev alıyor, sürece meşruiyet sağlıyor, ama karar mekanizmalarının hiçbirinde yer almıyorlar.
Mevcut adaletsiz sistem içinde gündelik hayatın zorlukları karşısında görece iyileşme umudu ve mücadelesi içinde olan "muhfazakar, dindar ve sağcı" çevreler için AK Parti "iyi bir iktidar modeli"dir. Sermaye ve bürokratik statüler el değiştirince eski zümrelerin yerini yeni zümreler alıyor; iktidar, bu yeni zümreleri bir ölçüde memnun ve tatmin ediyor. Ama İslam bakış açısından, sosyal, ekonomik ve politik iktidarın mahiyet değiştirmeden zümreler arasında yer ve el değiştirmesi asli ve asil bir hedef değildir. İslamcı bir siyaset ve dünya tasavvuru, yüksek ahlaki erdemler, adalet ve özgürlükler tahakkuk edinceye kadar eleştirel dilini ve tutumunu devam ettirmek durumundadır. Bu açıdan AK Parti tecrübesine bakıldığında eleştiriye konu olacak sayısız politika ve tutum ortaya çıkmaktadır.
Konuyla ilgilinenler Şubat-2010'da yayınlanacak olan "Göçün ve Kentin İktidarı –Milli Görüş Partilerinden Muhafazakar Demokrasiye AK Parti- kitabımıza bakabilirler (Çıra Yayınları-İst.)