Geçenlerde 100. iş gününü dolduran Obama yönetiminin, 100 günlük icraatları çok değişik açılardan çok farklı değerlendirmelere konu oldu dünya basınında. ABD ile başlayıp bütün dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz, işsizlik, göçmenlik, terör, dış politika vb. alanlarda genel, İran, Suriye ve Küba konusundaki gelişmeler, NATO toplantısı, Obama'nın Türkiye ve Meksika seyahatleri, Guantanamo'nun kapatılma kararı, orada yapılan işkenceler ise özel manada masaya yatırıldı sözü edilen yorumlarda.
Seçim vaatleri baz alındı; yapılanlardan hareketle vaat edilen bu şeyler yapılabilir, bunların yapılması için zamana ihtiyaç var denildi.
Söz konusu yorumlara mutlaka ilave edilmesi gereken en önemli unsurlardan bir tanesi ise ekip çalışması üst başlığı altında ele alınacak tavır değişikliğidir. Bir başka dille, görevlendirmede ehliyet ve liyakatin ön plana yeniden çıkmasıdır. Konuyu ifade ederken kullandığımız "tavır değişikliği ve yeniden" kelimeleri aslında bakış açımızı yansıtmaktadır. Çünkü çoğulculuğu kuruluşun temeline koyan kurucu zihniyet, ara sıra kesintiye uğrasa da Amerikan tarihi boyunca hep uygulanagelen bir metot olmuş. Sabık başkan Bush dönemi hiç şüphesiz sözünü ettiğimiz zihniyetin kesintiye uğradığı dönemlerden biridir.
Obama'ya geri dönecek olursak; basın-yayın yoluyla olayları takip eden ve pratik hayatın içinde masa başında alınan kararların hayata yansımasını bizzat yaşayan birisi olarak şunu rahatlıkla diyebilirim ki Obama'nın bugün söylem ve eylem bütünlüğü içinde sorumluluk sahibi bir lider olarak kamuoyuna mal olduğu söylenebilir. Nitekim 2009 yılı Ocak-Nisan arasını nazara alan anket çalışmalarında "ülke şimdi sahibini buldu; eskiye nisbetle daha iyiye, daha güzele gidiyor" diyen insan sayısı % 23 oranında artmış. Pekala ekip çalışması üst başlığı altında neler yaptı Obama yönetimi? Her şeyden önce görevlendirmede liyakat ve ehliyet esasını ön plana çıkardı. Siyasî, dinî, cinsî, ideolojik, kültürel her türlü farklılığını bir zenginlik olarak kabulleneceğini fiilen gösterdi. Önyargılara takılıp kalmadı. Tabanda yer alan her kesimin dilek-istek ve taleplerini direkt yönetime aktaracak, sadece sorun değil, çözüm yollarını da gösterecek kapasiteli, kabiliyetli herkese Beyaz Saray'ın kapılarını açtı. En basitinden Türkiye basınına da konu olan başörtülü Müslüman bayan Dalia Mogahed'i Beyaz Saray danışmanları arasına aldı. Kanaatim, Obama yönetimi bu tarihî karara imza atarken –tarihî, çünkü ABD tarihinde ilk başörtülü Müslüman bayan Beyaz Saray'a görevli olarak giriyor- Amerika'nın İslam dünyasındaki menfi imajını düzeltmeyi merkeze alan bir görevlendirmede bulunmadı. Aksine onun eğitim ve tecrübesini merkeze alan bir görevlendirmede bulundu. Bununla İslam dünyasına mesaj verilmedi mi? Elbette verildi ama verilen bu mesaj ikinci dereceden dolaylı bir hedef veya kazanımdı. Eğer Dalia Mogahed o liyakati izhar etmeseydi, görevlendirilme yapılmazdı.
Gelelim Obama yönetiminin danışma kuruluna; kurulda yer alan üyelerin her birisinin aidiyet bağıyla bağlı olduğu dinine, milli köklerine, kültürel arka planına baktığınızda sözü edilen çeşitliliği bütün renkliliğiyle görebilirsiniz. Kurul üyelerinin ideolojik farklılıklarını, yaşam tarzlarını, hayat felsefelerini nazara alırsanız, aynı renkliliği orada da görebilirsiniz. Ama son tahlilde bunlar ortak bir gaye etrafında farklılıklarını bir kenara bırakarak toparlanmakta, bilgi ve birikimlerini ABD ve dünya insanlığının yüz yüze olduğu sorunların çözümü için ortaya koyabilmektedirler. Newsweek dergisinin sayfa başına taşıdığı başlıkla ifade edecek olursak, "Beyaz Saray'ın gönüllü mahkûmları" isimlendirmesini hak edecek ölçüde çalışabilmektedirler.
Şimdiden bir şey söylemek imkânsız denecek ölçüde zor. Çünkü vakit çok erken. Dört yıllık başkanlık döneminin daha dört ayı tamamlanmak üzere. Ama bu yapı sonuna kadar korunabilir, ahenk ve uyum içinde çalışmalara devam edilir ise Obama yönetimi başarılı olabilir. Nitekim tarihe bu perspektiften baktığımızda aynı şeylere şahit oluyoruz. İslam tarihi içinden bir misalle ifade edecek olursak; Efendimiz (sas) sonrası Hz. Ömer, Hz. Peygamber dönemi istişare yapıyı korumayı devlet başkanı olarak asli vazifelerinden biri olarak belirlemiştir. İslam'ın başlangıcından itibaren Kur'an'ın nüzulünden Hz. Peygamber'in vefatına kadar onunla beraber olan mümtaz sahabeleri danışma heyetine almış ve onların ısrarlı orduya katılma isteklerini geriye çevirmiştir. Hatta rivayetlerde anlatıldığına göre Medine'den Mekke'ye hac ve umre için gidişlerini bile izne tabi tutmuştur. Sebep çok açık ve nettir; "devlet düzeni adına büyük çaplı temellerin yeni atıldığı, ana ilkelerden hareketle teferruata ait kuralların karara bağlandığı, yönetim sisteminin değişen ve gelişen şartlara bağlı olarak her gün yeniden inşa edildiği bir dönemde bu kişilerin fikri cehd ve çabalarına ihtiyaç vardır. Bilek gücü gereken ordu safları arasında yer almayı başkaları da yapabilir".
Hz. Ömer'e ait bu yaklaşımın getirilerini bugün o döneme ait yazılan kitapların sayfaları arasında bazen açık ve net, bazen ise satır aralarından görmek mümkündür. Kaldı ki Hz. Ömer dönemi sonrası yapılacak kıyaslamalar da bizi aynı neticeye ulaştırır. Mesela yumuşak başlılığı ile tanınan Hz. Osman'ın sözü geçen heyetten bazılarının orduya katılma isteklerine evet deyip heyeti bozması, siyer felsefecilerinin yorumlarına göre yönetim mekanizması adına büyük bir boşluk doğurmuş ve bu boşluk Hz. Osman'ın devlet başkanlığı dönemince kapanmamıştır.
Hasılı; İslam insanı olarak aslını bizim dinî ve millî köklerimizde bulduğumuz bir değerin, yabancı bir ülkede bizden daha iyi uygulanması bizi sadece sevindirir. Ama asıl üzücü olan, bizde neden uygulanmadığı ve uygulanamadığıdır. Keşke küçükten büyüğe, sivil toplum kuruluşlarından devlete kadar hemen her yerde, bu yapıya yer verilse. Adını dillerimizde pelesenk ettiğimiz mesela istişare, meşveret, ehliyet, liyakat, sadakat, fikir özgürlüğü, ifade hürriyeti gibi kavramlar, gerçek hayatta gerçek mahiyetleri ile kendilerine yer bulabilse. Keşke!
Kaynak: Zaman