Bal filmi 29. İstanbul Film Festivali'nde Radikal Gazetesi'nin tahsis ettiği halk ödülünü aldı. Seyircinin gönlünü nasıl çeldiğine bir bakmak lazım.
Bir kere film boyunca yeşilin izleyiciyi hiç terk etmemesi büyüleyici bir etki yapıyor. Filmin başında genç adamın (Yusuf'un babası) sakin bir ritimle uzun yürüyüşü, hız yüzünden hiçbir şeyin hakkını veremez hale gelen zihinlerin anlamak için yavaşlaması gerektiğinin ilk ipucunu vermiş oluyor. Atın tek başına yürüyüşündeki kendinden eminlik ise yeryüzünün insandan başka sakinlerinin ve sahiplerinin de olduğunun yavaşça içimize sızdırılması. İlkin bu geliyor akla. Pol ve Virjini gibi doğayla aynı anda işleyen bir yaşam ve aşk ritmi beklerken, kovan yerleştirmek için çok yukarılara atılan iple, adam tırmanırken çatırdayan dalla, öyle kolay bir orman romantizminden hemen uzaklaşmamız gerektiğini, çetin ve tekinsiz bir mücadelenin yaşamın ana zeminini oluşturduğunu anlıyoruz.
60. Berlin Film Festivali'nde en iyi filme verilen Altın Ayı Ödülü'nü alan filmin Dünya Kiliseler Birliği Ekümenik Jüri Ödülü'nü de alması çok manidar. Dinlerin temel işlevi kim olduğumuzu, bu dünyada ne aradığımızı anlamamıza yardımcı olmaktır. Baş döndürücü hız yüzünden esas hedeflerimize dair bir çabanın yükselmesine imkân tanımayan yaşam biçimine sürüklendik. "Yavaşlayan şehirler" özlemi boşa oluşmadı. İnsanlar artık neyi kaybettiklerinin daha çok farkına varıyor ve internet bağımlılığı gibi hızlı yaşam bağımlılığı için de çareler aranıyor. Filmin birçok farklı okumaya müsait yapısı, yeşille birlikte ince bir sızı halinde kim olduğumuzu soran, yola dair işaretler bırakan dokusu, bunu yaparken izlediği sade ve yoğun dil, Semih Kaplanoğlu'nun bir söyleşisinde ifade ettiği gibi felsefe, resim, şiir ve dinî alanla ne denli etkileşim içinde olduğunu gösteriyor. Gelenek en derin boyutlarıyla filme katılırken, modern bir anlatımla şimdiki zamanın insanının içinden geçirilmiş. Yusuf'un rüya görmesi, babasının rüyalarını kimseye anlatma demesi, yorumlandığı takdirde sözlerin vücut bulabileceğine duyulan inanç yüzünden. Bu, Kur'an'daki Yusuf kıssasında da böyle bildirilir. Sözün vücut bulduğuna inanılan, muhayyile ve gerçeklik, rüya ve hakikat arasındaki o ince çizgi üzerinde ilerleyen bir hayatın göstergesi...
Yusuf'un bilmeye dair ilk sesleri çıkarmaya çalışması, nihayetinde ilk hecelerin sancılı bir zamanda duyulması çok manidardı. Ona kim olduğunu söyleyecek kitapları okumak için amansız bir mücadeleydi verdiği.
Baba, güven ve emniyetin temsilcisiydi adeta. Onun gidişiyle sağlam görünen yaşam temelinden sarsıldı, öte yandan annenin dirayetiyle hayat devam ediyordu ama ana kaide yıkılmış olarak. Aslında düz bir çizgide ilerlermiş gibi görünen filmin sembolik yanı, çoklu ihtimallere öyle açık ki, sayısız yorum ve çıkarımda bulunmayı mümkün kılıyor bu durum. Arıların kayboluşu bir metafor, babanın arıların peşinden gidip gelememesi başka bir metafor. Yaşamın temel hedefi uzaklardan eve dönmekti belki de. Arılar merkezi, arıları aramak uzaklardan eve dönme arzusunu, öze ve asıl olana gelmeyi temsil ediyordu belki. Aslında yönetmen sonsuz serbest çağrışımla izleyiciyi sürüklemek, farklı anlamlara götürüp zihinleri ve kalpleri havalandırmak, yeni ufuklar açmak istemiş belli ki.
Yusuf üçlemesi tamamlandığına göre filmleri farklı sıralamalarla değerlendirmek mümkün. Bal'dan başlarsak bütün varlığını ve zamanını seferber ederek okuma telaşına düşen insanla, bilmeye açılan yolun girdaplarını gösteriyor. Bal adı konulması hiçbir şey bilmediğimiz müstesna günlere çocukluğun tatlı zamanına bir gönderme. Babanın ölümüyle başlayan anneli günlerin, eski emniyeti bir daha sağlayamayacak olmanın başlangıcı. Süt'e gelince askerlik çağı yeni gelen bir gencin şiir yazma, yazarak onaylanma, bu dünyada yer tutma çabası var. Varoluşun Allah'a ve insana dönük yüzüne çift taraflı ayna tutmuş, şiirini dergide görünce coşkuyla koşan Yusuf hali. Süt adının verilmesi her şeye rağmen şiirin safiyetine işaret ediyor. Annenin başka bir adamla evlenme niyeti anneden de uzaklaşmayı, sağlam zeminden ikinci bir kopuşu getiriyor Yusuf'a. Sonunda Yumurta'da ismin vurguladığı gibi kırılgan ve hassas dengeler içinde taşınan hayat, yabancılaşma ve kopuşa gelip dayanıyor. Yusuf, Albert Camus'nun Yabancı'sı, annesinin ölümünün başında bir damla gözyaşı bile dökemeden öylece kalan Mersault'ı gibidir bir bakıma. Kasabadan evden uzaklaşanı onunki gibi bir akıbet beklemektedir. Yönetmen, üçlemesine sondan başlayarak yabancıyı eve getirmenin yolunu açık tutmak istemiş. Yusuf artık tanınan, kitapları olan bir şair olmasına rağmen yersiz yurtsuz bir ruh hali içindedir. Sadakati, yaşamın hakkını vermeyi, sabrı ve beklemeyi bilen Ayla onu duraksatır. Yoluna çıkan bir köpek hal diliyle onun tekrar evden kaçışını engeller. Kasaba sağlam bir mekânı ve zamanı temsil eder gibi olsa da kabuğunu kırdıktan sonra artık tersine hiçbir yerde özgürlük ve mutmainlik söz konusu değildir. Ancak tekrar ilk yaratılışa fıtrata dönmek yeni bir imkân olabilir üçlemeye göre. Aslında zamanın göreceliliği, geçmiş ve geleceğin şimdinin içinde bulunması önemli. Süt merkezli bir okuma seçeneğine göre de Yusuf ileri ve geri gidebilir. Kaplanoğlu, sinemanın hammaddesinin zaman olduğunu söylerken, kendi zamanının içine doğan insanın kuşatıldığı çevreyle ne kadar derin bir etkileşim içinde olabileceğini gösteriyor. Mesela küçük Yusuf, Miraciye okuyan kadınları hiç görmese de soluduğu havaya karışan hissiyat ve duymadan da kalbini kuşatabilen sesler ona derinliğini vermekte.
Seçilen mekânlar, olağan yaşamların içinden yükselen olağanüstülük büyü etkisi yapıyor filmlerde. Görüntülerin dondurulduğu her an nadide bir resim olabilir. Kameranın konulduğu her açı resim tadı vermiş. Mesela karanlığa yakın loş bir odada ışığın vurmasıyla belirginleşen kadın, sebze ayıklamaya başlayınca Montaigne'nin bir dostunun "bu günlerde ne yapıyorsun" sorusuna verdiği cevap geliyor insanın aklına. "Bugün de yaşıyorum, bugün de bir kez daha mucizemi tekrarlıyorum ya bu yetmez mi?" demesi. Uçsuz bucaksız bir ormanda, görülmemiş duruluktaki bir evde parıldayan adam kadın ve çocuk, birbirlerine seslenmeleri, hatta fısıltılı konuşmalar insana kendi mucizesini hatırlatıyor. Hayatta kalmanın azizliğini. Yönetmenin bir söyleşideki "var olmaya değil yar olmaya geldik" sözüne takılmıştım biraz. Sartre'ın Bulantı'sındaki gibi yürek burkan bir can sıkıntısı ve yabancılaşma içinden kendini var etmeye bir göndermeydi belki. Yoksa var olmadan yar olmak mümkün olmazdı. Üçlemeyi sondan başa gidilince 'okuma yazma ve yabancılaşma' olarak görmek de, bir ihtimal 'okuma yazma ve süzme' olarak özetlemek de mümkün.
Kutsalla en sıkı bağ Bal'da kurulmuş. Süt'te şiiri yayınlanan Yusuf'un sevinçten çılgınca coşkuyla koşmasına karşılık, Bal'da küçük Yusuf teyide ihtiyaç duymayan Yaratıcı'nın tecellileriyle ve bilgisiyle kuşatılmış. Doğanın ve yaşamın belli bir işleyişi sırları vardır, bu bize sessizce açıklanır. Arıların gitmesi de bir açıklamadır esasen. İnsanın rüya görmesi. Hatta yaşamın bizzat kendisinin rüya olması.
Sanat biraz da bize kim olduğumuzu söyleme çabası değil mi? Miraç gecesini kutlayan kadınlar Miraciye okuyarak kim olduklarını anlamaya çalışıyorlardı. Yusuf, Don Kişot gibi "kim olduğumu biliyorum" mu demek istiyor, yoksa da Kral Lear gibi "biri bana kim olduğumu söylesin" diye mırıldanıyor mu?
Bu üçlemeyle Türk sinemasında irfanî bir boyuta geldik.
Kaynak: Zaman