Başbakan Gerhard Schröder hükümetinden üst düzey bir yetkilinin, Berlin’de küçük ve özel bir akşam yemeğinde Amerikalı konuğu olarak beni Guantanamo’dan dolayı yerden yere vurduğunu hatırlıyorum. Kabinede görevli bakan, bu durumun diğer bazı hususların yanı sıra uluslararası hukuka korkunç bir saygısızlığı gösterdiğini söylemişti. Aynı yetkili, akşam yemeği sırasında, Guantanamo tutuklularının Alman topraklarında olması halinde federal hükümetin onlara tam olarak ne yapacağını bilmeyeceğini de söyledi. Bu, bana Berlin’de bulunan bir İngiliz diplomatın yaptığı espriyi hatırlatıyor: “Almanlar bir ikilemle karşı karşıya kaldıklarında gözlerini yüzünüze dikerler ve zor seçimi başkalarına bırakarak uzaklaşırlar”.
Daha olgun ve sorumlu bir dış politika takip etmek istiyorsa Almanya’nın artık büyük konuşup küçük sopalar taşıması mümkün değildir. Biz Ukrayna’daki krizden üç önemli şey öğrendik: Rusya’nın Doğu Avrupa’ya yönelik bir stratejisi vardır, bizim böyle bir stratejimiz yoktur ve Avrupa Birliği, arka bahçesinde bile henüz ciddi bir stratejik aktör değildir. Ama Asya’da yükselen bir Çin’le karşı karşıya kalınca ve Orta Doğu’da da nükleer güç sahibi bir İran tehdidi belirince Washington, liberal düzenin sürdürülmesi, geliştirilmesi ve savunulması için Doğu Avrupa’da yardıma ihtiyaç duyacaktır. Almanya, Rus nüfuz ve ideallerinin frenlenmesi vazifesinde önemli bir konumdadır. Berlin’de zorlu seçeneklerden kaçınılmaya devam edilmesi Batı ve dünya için ciddi sonuçlar doğurur.
Vladimir Putin rejimi, gündemini sadece Ukrayna’da yürürlüğe sokuyor değil. 2007’de Estonya’da siber saldırılar oldu. 2008’de Gürcistan istila edildi. Batı’yla entegrasyon konusunda daha fazla adımlar atmaktan caydırmak için Moldova, Makedonya ve Karadağ’a (ve diğer ülkelere) diplomatik ve ekonomik baskılar var. ABD, Irak, Afganistan ve Arap Baharı’na odaklanmış, AB de kendi borç kriziyle meşgulken Doğu Avrupa’ya yönelik bir Putin Doktrini ortaya çıktı.
Putin Doktrini açıktır. Siz halen AB ve NATO içinde değilseniz -Gürcistan, Ukrayna, Moldova bu listenin başındadır- üye olmayı unutun gitsin. Siz Rus etki alanı içindesinizdir. Batılı örgütlerin bir üyesi olmanız durumunda da Moskova sizi zayıflatmak, bölmek ve bağımlı yapmak için çalışır. Rusya bu gayeyle Bulgaristan, Sırbistan, Slovakya ve Macaristan da dahil bölgede çok sayıda ülkede radikal partileri destekliyor. Moldova ve Gürcistan’da ayrılıkçılara maddi yardımda bulunuyor. Kremlin, Amerikan karşıtlığını tahrik ve Batı’ya güvensizliği teşvik için elinden gelen her yerde saldırgan bir medya stratejisi takip ediyor. Putin, enerjinin Rus dış politikasının bir aracı olarak kullanılmasını da olağanüstü derecede benimsemiş durumda. Orta ve Doğu Avrupa’daki çoğu ülke halen ısınmak için doğal gaz konusunda büyük ölçüde Moskova’ya bağımlıdır. Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Slovakya, yurt içi elektrik ihtiyacının büyük bölümünde nükleer reaktörlere bel bağlamış durumda, yakıt da tamamen Rusya tarafından temin ediliyor.
Rusya’nın böyle bir hakimiyet kurabilmesine nasıl müsaade ettik? Her şey, 1990’larda kendimize Rusya’nın “normal bir ülke” olma yolunda olduğunu söylememizle başladı. Rusya 1994’te Barış İçin Ortaklık programına katıldı. 2002’de NATO-Rusya Konseyi kuruldu. O günlerde bazı Batı çevrelerinde Rusya’nın sonunda NATO’ya katılacağı bile konuşuluyordu.
O zaman öyleydi. Ülkesinin NATO temsilcisi olarak görev yapan Rus Başbakan Yardımcısı Dmitri Rogozin, geçenlerde o zamandan bu yana ne kadar büyük değişiklikler meydana geldiğini gösterdi. Romanya’nın kendisine hava sahasını kapatmasından duyduğu hoşnutsuzluğu dile getiren (Rusya’nın Ukrayna’daki saldırılarından dolayı yaptırım listesinde olan Rus yetkili) Rogozin, Romanyalılara geri geleceğini ama bu sefer Rus stratejik bombardıman uçağıyla geleceğini belirten bir tvit attı.
Bu vahşi saldırılar göz önüne alındığında bir soru diğerlerinin önüne geçiyor: Rusya’nın egemenlik oyununa karşı verdiğimiz mücadelede bugün Almanya’yı bize yardım etmekten ne alıkoyuyor?
Sorumlu bir hükümet ve hukukun üstünlüğünün Orta ve Doğu Avrupa’da derinden kök salması kesinlikle Almanya’nın milli menfaatinedir. Bölgedeki 11 ülke şu an Avrupa Birliği’ne katılmış durumda. Bir düzine ülke de NATO’ya üyedir. Eğer ciddi şekilde yoldan sapmalar meydana gelir ve demokrasiler sallantılı hale gelirse bu ne manaya gelir?
Almanya “Avrupa”nın kalbinde birlik ve bütünlük vizyonunu ortadan kaldırmaya teşebbüs eden güçlere muhalefet etmede liderlik yapmalıdır. Ama Almanya’nın bu konuda tereddüt etmesinin üç temel gerekçesi var.
Birinci gerekçe açıktır: Ticaret ve dış politikaya jeo-ekonomik yaklaşım. Ticari menfaatler, Berlin’in mülahazalarını olağanüstü derecede biçimlendiriyor. Alman bilim adamı Stephen Szabo, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra birleşik Almanya’nın artık “güvenlik bakımından ABD’ye bağımlı olmadığını” ve “Doğu Avrupa’daki piyasaların da artık Alman şirketleri için yasak bölge olmadığını” yazdı. Rusya’da ise pay daha da büyük. Martta Kırım üzerine kriz patlak verdiğinde Siemens’in CEO’su Moskova’ya gitti. Aslında nispeten yeni yönetim kurulu başkanı Joe Kaeser, görevindeki ilk 100 günde Rusya’yı üç kere ziyaret etti. Szabo, Alman dış politikasının “tüm büyük stratejilerini iş menfaatleri için terk ettiğini” söylüyor, Rusya-Almanya ilişkilerinin “yüzde 90 ekonomik” olduğunu da ekliyor.
Bunun geniş bir siyasi boyutu da var. Üst seviyedeki bir Berlinli diplomat 1990’larda Balkan savaşları bağlamında bana, eski jeopolitik dünyasının yerini jeo-ekonominin aldığı yeni dönemde geniş çaplı askeri ihtilafların giderek demode olacağını söylemişti. Bu teori bugünlerde çoğu uluslararası ilişkiler çevrelerinde kabul ediliyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sadece bir sene sonra analist Edward Luttwak şu gözlemde bulundu:
Öyle görünüyor ki şimdi herkes, -ateş gücünün yerine sermaye, askeri-teknik ilerleme yerine sivil buluşlar ve garnizonlar ile üslerin yerine piyasalara nüfuzla- askeri yöntemlerin yerini ticari yöntemlerin aldığını kabul ediyor. Devletler ortadan kalkmayacak ama azalan jeopolitik rollerini telafi etmek için bunlar kendilerini jeo-ekonomiye göre yeniden konumlandıracak.
Gelecek için tahmin edilen jeo-ekonominin üstünlüğü en güçlü şekilde Almanya’da yankı buldu. Batı Almanya, tarihinin bir sonucu olarak, çok taraflı diplomasiye değer verip kimliğini büyük ölçüde “medeni bir güç” diye geliştirmişti. İhracatın sürüklediği bu ülkenin aynı zamanda Avrupa’nın en büyük ekonomisi olması da Almanya’nın uluslararası düzene dair düşüncesini şekillendirdi ve onu özel yumuşak güç araçları geliştirme konusunda kararlı hale getirdi. Szabo, yakında çıkacak olan Almanya, Rusya ve Jeo-ekonominin Yükselişi kitabında bu faktörlerin çoğunu detaylı bir şekilde anlatıyor.
Bunun bir sonucu olarak, Alman politikasında sert güce dair realiteler ne zaman çirkin yüzünü göstermeye başlasa hemen sağduyu onları geri püskürtür. Bu bazen hükümetin tedbirlerinden ziyade bir kamuoyu meselesidir. Mesela Ukrayna’daki krizden sonra Alman Savunma Bakanı Ursula von der Leyen, Rusya’yla ön saftaki ittifak üyeleri için ilave NATO desteği teklifinde bulundu ama kamuoyu ve siyasi muhalefet karşısında hemen bu fikirden vazgeçti.
Almanya’nın Putin’e yaklaşım bakımından önemli ikinci bir engel daha var, bu da ülkenin Rusya’yla olan benzersiz ilişkileridir. AB’nin Rusya’ya toplam ihracatının kabaca üçte biri Almanya tarafından gerçekleştiriliyor. Halen 6.000’den fazla Alman şirketi Rusya’da faal durumda. Bunlara Daimler AG, BMW ve Volkswagen gibi birinci sınıf şirketler de dahil. Bir de buna Almanya’nın enerji ihtiyaçlarının yaklaşık üçte birinde Rusya’ya bel bağladığını eklerseniz, Almanya’da yaptırım karşıtı lobinin niçin bu kadar güçlü olduğunu idrak etmeye başlarsınız.
Sadece bu kadarla da kalmıyor. Almanya’nın Rusya’ya karşı çok yönlü ve kapsamlı bir politika takip etmekte sıkıntı yaşamasında başka birçok sebep daha var. Ülkede Rusya yanlısı kampı oluşturan uzak arkadaşlardan oluşan parçalı ama hiç de önemsiz olmayan bir koalisyon var.
Ülkede eskiden kalan ve halen canlı olan bir Batı Almanya solu var. Bunlar Amerikan karşıtı hissiyattan hiç vazgeçmedi. ABD Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerine karşı çıkıyorsa Rusya tarafından eylemlerini haklı çıkaran şeyler olmalıdır. Bu düşünceler, köşe yazarı Jakob Augstein (Der Spiegel’in efsanevi yayıncısı Rudolf Augstein’in evlatlığı) tarafından örneklerle açıklandı. Bunun Ukrayna’daki olaylara tepkisi Rusya’nın olduğu ama ABD’nin olmadığı yeni bir Avrupa güvenlik yapısı önermek oldu.
Bir de Doğu Alman solu var. Eski komünistlerden oluşan bu sol halen birleşmiş Almanya’da önemli bir rol oynuyor. Almanya’da parlamentonun alt kanadının en büyük muhalefet partisi Sol Parti’nin liderliğini yapan karizmatik eski Doğu Alman hukukçu Gregor Gysi, Ukrayna’daki kriz için Amerika ve NATO’yu suçluyor, Moskova’nın çizgisinde görüş belirterek Kiev’i de “faşistler” tarafından yönetilen bir hükümet diye eleştiriyor.
Ama Rusya savunucuları ise soldan da ileri gidiyor. Ülkede Putin’i geleneksel değerlerin yılmaz bir savunucusu olarak gören popülist sağcılar da var. Bu duruş, yeni avro karşıtı “Alternative für Deutschland” partisinde de açık bir şekilde görülüyor. Die Welt gazetesinin editör ve önde gelen dış politika yazarı Clemens Wergin’e göre: “Bunlar Alman düşüncesinin, tarihi 19. yüzyıla kadar giden muhafazakar yapısını sürdürürler. Bunlar içlerinde Batı medeniyetine yönelik bir hoşnutsuzluk barındırırlar, Rusya’yı da Batı değerleri ve serbest piyasa kapitalizmiyle bozulmamış diye romantikleştirirler.”
Savaş suçlarının da biraz rolü olabilir. Nazi Almanyasına karşı savaşta 20 milyon Sovyet asker ve sivili öldü. Ve dünyaya Tolstoy ve Puşkin’i, Çaykovski, Mussorgski ve Chagall’i veren Rus “yüksek” kültürüne olan hayranlık var. Almanya’da Rus kültürüne saygı, hayatın her safhasında ve Rainer Maria Rilke ve Thomas Mann gibi ünlü edebi şahsiyetlerin eserlerinde görülür (Rilke “Beni ben yaptığı” için Rusya’ya teşekkür etmiştir.)
Almanya’nın önde gelen Rusya uzmanlarından Alexander Rahr tarafından 2000’de basılan bir kitap -Vladimir Putin: Kremlin’deki “Alman”- Rusya-Almanya yakınlığını iki ülke arasındaki yakın tarihi, kültürel ve ekonomik bağlar temelinde değil aynı zamanda Putin’in bir “Deutschlandkenner” (Almanya’da bir yetkili) olarak özel hediyeleri temelinde aktararak durumu daha da ilerletti.
Yetkili ya da değil, Putin Almanya’da bazen güçlükle görünen Rus hayranlığını kesinlikle ustaca ördü. 2001 Eylül’ünde Berlin’de parlamentoda yaptığı konuşmada akıcı bir Almancayla tarih, uzlaşma, ortak güvenlik ve “Avrupa kültürünün birliğinden” bahsetti, dinleyicileri etkiledi. Putin’in Almancasının Doğu Almanya’da KGB ajansı olarak görev yaptığı dönemden geldiğini ise boş verin.
Bu geçmiş, eski lider Gerhard Schröder’i hiç rahatsız etmemiş görünüyor. Modern Almanya’nın Rusya’ya yönelik hemen hemen her problemli adımında var olan eski Sosyal Demokrat Başbakan, Ukrayna’daki faaliyetlerinden dolayı Rusya’yı savundu, Ukrayna’yı “ortaklık anlaşması” imzalamaya davet ederek Moskova’yı tahrik ettiği için Avrupa Birliği’ni suçladı. Schröder, Gazprom hakimiyetindeki Alman enerji şirketi Kuzey Akım’ın yatırım komitesi başkanıdır. O, nisan ayında, Kırım’ın ilhakından hemen sonra St. Petersburg’da Putin’le doğum gününü kutlayarak manşetleri kapladı.
Schröder’in aksine, Angela Merkel’in Putinizm tarafından ortaya atılan sorunları idrak ettiğini gösteren bol miktarda delil var. Merkez sağdaki CDU partisinden bu tehlikeyi fark eden tek kişi Merkel değil. Sosyal Demokrat Başbakan Yardımcısı Sigmar Gabriel, Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble, Gıda ve Tarım Bakanı Christian Schmidt tarafından ağustos ayında Alman milletvekillerine gönderilen mektupta da Ukrayna’daki karışıklıklardan tamamen Rusya suçlandı. Üç Alman yetkili, prensipler ve uzun dönemli güvenlik endişeleri adına kısa vadeli ekonomik çıkarlardan feragat edilebileceğini savundu.
Bu yüzden, -sadece Ukrayna’yla ilgili değil, genel olarak Rusya’yla ilgili- ciddi bir tartışma daha yeni başlıyor olabilir. Bu, ülkenin geleceğini Schröderizm’in belirleyemeyeceğine ikna etmek üzere uzun bir eğitim süreci ve Alman kamuoyuyla -aynı zamanda iş adamları ve bankalarla- tartışmaları ihtiva edecektir. Yakın zamanda yapılan bir kamuoyu araştırmasında Alman halkının yarısı (yüzde 49) Ukrayna krizi konusunda ülkenin Rusya’yla Batı arasında orta bir yol tutması gerektiğini söyledi. Tarihçi Heinrich Winkler, önemli bir azınlığın NATO ve Avrupa Birliği gibi Batı kurumlarına bağlılığını sorguladığını görerek tehlike konusunda uyarıda bulundu.
Almanya’nın Rusya’ya yönelik daha dengeli ve gerçekçi bir yaklaşım sergileyebilmesinin önündeki üçüncü büyük engel, ülkede gelişmiş ve kendinden emin bir stratejik sınıfın eksik olmasıdır. Bu açık, sürpriz değil. Batı Almanya ilk 40 yılında Batı ve ABD’nin koruyucu şemsiyesi altında gelişti. Subayların, hiç savaş görmeden general mertebesine kadar yükseldiklerini tahayyül edin. Askeri ve siyasi liderler, birbirlerine benzer şekilde, test edilerek ve zorlu ikilemler arasında boğuşarak büyürler. Bu, eşit derecede menfi seçenekler arasında tercih yapılması anlamına gelir. Bu, istenmeyen sonuçların ortaya çıkması ve bunların üstesinden gelinmesi gerektiği anlamına gelir.
Stratejik sınıf, Washington, Londra ve Paris’te yapıldığı üzere stratejik tartışma ve müzakere kültürünü teşvik eder. Almanya’nın stratejik kasları Soğuk Savaş sırasında körelirken, mesela Fransa nükleer silah elde etti, BM Güvenlik Konseyi’nde sandalye sahibi oldu ve bağımsız bir dış politika takip etti. İsterseniz Fransa’dan şikayet edin ama Fransa büyük stratejiyi anlıyor ve gücünü tüm boyutlarıyla kullanıyor. Bu yüzden de Fransa dünya çapında bir faktördür.
Almanya, birleşmeden bu yana, yurt dışına asker gönderme hususunu sayısız kere tartıştı. Bu tartışmaları takip edenler, kolayca çoğu Alman’ın bu tür taahhütleri, ülkenin güvenlik kulübü NATO’ya üyeliğinin zaruri bir bedeli olarak tatsız bulduğu hissiyatına kapılırlar. Onlar yapmaları gerekeni yaparlar ama genelde bu tür konuşlandırmalarda stratejik bir muhteva ya da daha geniş çaplı bir gaye yoktur. Dünyada liberal bir düzen kurulmasında Avrupa bağlamında Almanya’nın bir rolü var mıdır? Berlin’in Orta ve Doğu Avrupa’da genç demokrasileri teşvik ve korumada özel bir sorumluluğu mevcut mudur? NATO ve Avrupa Birliği’nin önemli bir ülkesi olarak Almanya, Rusya’yla ilişkilerde ekonomik kayıplar verme hatta bazı durumlarda bölgeye Alman askeri gönderilmesini de ihtiva edebilecek zor kararlar vermeye hazır mıdır?
Almanya’da kesinlikle mükemmel strateji düşünürleri vardır. Bu hususta tarihçi Michael Stürmer, Die Zeit yayımcısı Josef Joffe ve düşünce kuruluşu lideri ve yorumcu Christoph Bertram akla geliyor. Genç sesler arasında da Clemens Wergin, Süddeutsche gazetesinden Stefan Kornelius ve Carnegie Endowment Avrupa’dan yazar Ulrich Speck önemli işler yapıyorlar. Hükümet ve partilerden de zeki sesler var. Ama Wergin, yedek kulübesinin çok zayıf olduğu, stratejik düşünme kültürünün de sadece az gelişmiş olmakla kalmadığı, “Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana daha da zayıfladığı” iddiasında bulunuyor. Bu gerçekçi stratejik vizyon eksikliği, Almanya’da dış politika tartışmalarında çok sayıda aykırı sesin ülkeyi bazen oldukça güçlü bir şekilde farklı yönlere çekmesine yol açıyor.
Peki ABD ne yapabilir?Öncelikleörnek olarak liderlik yapar. Irak Savaşı bizim güvenilirliğimize zarar verdi. Bu gerçeği kabul etmemiz ve Amerika’nın liderliğine olan güven ve inancı yeniden tesis etmenin yollarını aramamız lazım. Maalesef, Obama yönetiminde tereddüt ve kayıtsızlıkla geçen altı sene meseleleri daha da kötü hale getirdi. ABD’nin kendi dış politika hedeflerimiz ve önceliklerimiz konusunda açık ve tutarlı olarak dış politikasını bir düzene koyması gerekiyor.
İkincisi, transatlantik bağları yeniden kuvvetlendirmemiz. Gazeteciler, düşünce kuruluşlarındaki bilim adamları ve genç siyasetçiler ve parlamenterler arasında mesleki değişim programlarını artırmamız. Yeni sınıf bir düşünce kuruluşu araştırmacıları ve Çin. Orta Asya ve Orta Doğu hakkında bir şeyler bilen Kongre üyeleri var. Bu güzel bir şey. Ama bu arada, bizim Almanya ve Avrupa’yla olan bağlarımız ve bunlarla ilgili bilgilerimiz azalıyor.
Üçüncüsü, bizim liberal, Avrupa’nın geleceği için Atlantikçi görüşümüzü paylaşan Orta ve Doğu Avrupalıları da (ve Rusları, şu an için pek mümkün görünmemesine rağmen) ihtiva eden transatlantik bağları pekiştirmemiz. Ve bir serbest ticaret anlaşması olan Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’nı desteklememiz. Bu, ekonomik olduğu kadar siyasi ve stratejik açıdan da önemlidir. Almanya bu konuda bizi teşvik ediyor. Bizim de karşılık verme zamanımız gelmiştir.
Son olarak, enformasyon politikalarına yeniden yatırım yapmamız gerekiyor. Amerika’nın Sesi ve Özgür Avrupa Radyosu’nun çabalarını iki kat artırmak iyi bir başlangıç olur. Batı’nın ilerlemek için bir hikayesi var. Siyasi parti kurma tecrübeleri ve Goethe Enstitüleri’yle Almanya, bizim mevcut sorunları kıymetli yollarla yeniden düşünmemize yardım edebilir. Bizim sürekli ve ikna edici bir şekilde sorumlu bir hükümet, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk ve hoşgörü için çalışmamız lazım. Atlantik İttifakı’nın yenilenmesi ve canlandırılması konularında umut vaat etmesinin üzerinden fazla zaman geçmemişken bugün Avrupa’nın o kısmında saldırı altında olan da tam olarak bunlardır.
Putinizm ve Putin Doktrini’ni Orta ve Doğu Avrupa’dan kovabiliriz. Bizim görüşlerimiz net ise ve güçlü bir Almanya tam ve yapıcı bir rol oynamayı seçerse bizim gerçekten tam ve özgür bir Avrupa yoluna dönme şansımız olur.
Kaynak: World Affairs
Dünya Bülteni için çeviren: Mehmet Şeyhoğlu