Bundan böyle Pervaz Parkı’nı eskisi kadar göremeyeceğim. Uzağına taşınıyorum. Bazen yine gelmek isterim, herhalde gelirim, ama eskisi gibi olmaz. Yolumun üzerindeyken farklıydı park, geçerken mutlaka bir duraklar, nefes alır, etrafı seyre dalardım. Bazen biriyle buluştuğum da olurdu, insanlar bir görüşmeyi yol üzerinde bir yerde gerçekleştirmeyi vakitten bir kazanç sayıyor.
Bu park ve çoğu parkta zaten öyle bir hava var; gelip geçen sürekli fotoğraf çekiyor. Arkaya dönünce dağı, öne dönüyor dumandan boğulmuş gibi görünen şehri çekiyor.
Tepedeki parkın etrafı, manzara seyrine gelen gençlerin arabalarıyla dolu. Issız saatlerin müdavimleri, berduşlar ve koşuya çıkan emeklilik çağında kadınlarla erkekler. Günün belli saatlerinde bir yoğunlaşma oluyor, ikindi serinliğinden itibaren iğne atsan yere düşmeyecek halde bir kalabalığa boğuluyor park. Çiçekçiler, ciğer kebap ve bakla tezgâhları, bir bağış umuduyla üzerlik tütsüsü yayarak gezinen kadınlar, hafız falı satmak için dil döken çocuklar ve film ekipleri... Şehri tepeden görüyor park, bu nedenle film çekimi ya da tv programları için tabii bir stüdyo, set vazifesi görüyor. Bir köşesi daima kalabalık. Bir ipli çitle aşırı ilgiye mesafe koyabilir bazen film ekibi ama sıklıkla kendi halinde sürer çekim, kimse de aşırı ilgi göstermez; bir alışkanlık oluşmuş.
Ailelerin saati ikindi üzeri başlıyor, sekmelerdeki tabure ve banklara karşılık beton ve toprak zeminlere açılan kilim ve semaverlerle bir yerleşme sürüyor. Ben zaman mesafesi gözetmeden uzayıp gidecek çim sefalarına imrenerek aralarında geziniyorum, bir yandan saksağanların geçişini gözeterek.
Bu kalabalık saatlerde saksağanlar bir köşeye çekilmeyi tercih etmiyorlar. Korku ve ihtiyat nedir bilmeyecek kadar otistik bir yanları var, çoğu zaman böyle algılıyorum. Kambersiz düğün olmaz demek istermiş gibi, sakınımsız yanları hep ağır basıyor, aniden çıkıyorlar bir köşeden, gürültü yüzünden ayarı yitmiş sesleriyle, uyku sersemi gibi badi badi yürüyorlar çimlerde. Gerçi o sersem adımlarına bakmayın. Sofralardan, piknik sepetlerinden gözlerinin tuttuğu bir şeyleri kaşla göz arasında aşırma konusunda mahir olduklarını bilmeyen de zamanla öğreniyor.
Yatılı okuduğum lise yıllarında ders çalıştığım okul parkı, siyah kargaların kâşanesiydi. Upuzun, ortalama 140 yıl kadar ömür sürdüklerini öğrendikten sonra, ciddiye alır olmuştum parktaki her bir etkinliklerini. Tarih kitabı elimde yatılı okulun parkında dolaşırırken kargalardan yazılı tarihin göz ardı ettiği birşeyleri öğrenebileceğimi düşündüğüm olurdu; bir buçuk asır öncesini de görmüş olabilecek gözleriyle. İkinci romanımı yazarken çekildiğim inziva hayatına, su kaplumbağalarıyla dayanabilmiştim, dört yıl boyunca. Su kaplumbağaları çok hassas hayvanlar, ben bir yolculuktayken mikrop kapıp ölmüşler bir bir. Tekrar beslemeyi düşündüm, çekindim sonra; yine aynı şey başlarına gelebilir, ben evde yokken bakımsızlıktan can verebilirler, diye vazgeçtim.
Muhabbet kuşuna yoğun olarak hikaye yazdığım yıllarda bir yer açabildim çalışma odamda. Kuş, dördüncü kattaki evimin aralık penceresinden girdi ve duvarda, Nevin Meriç imzalı kuru çiçek tablosundaki bir dala kondu; Suavi Kemal Yazgıç şahit, önce o gördü.
Ev hayvanlarının yaşattığı üzüntü yüzünden özgürce uçan yarı göçmen kuşlara döndürdüm yüzümü. Siyah kargaların akrabası saksağanlarla da dolaylı yollarla her zaman ilgilenmişimdir. Umulmadık zamanda ortaya çıkmaları değil bunun sebebi sadece, bütün o insan kalabalığı görüntüsünün arkasında gezindiğim parkları sahiplendiklerini gösteren hal ve hareketleri dikkate değer geliyor bana. “Issız bir tünel oldum” diye bir bölümü var Feridun Andaç’ın “Susan Bir Yerin Dili” isimli kitabında; okurken aklıma Michel Tournier’in farklı Robinson yorumu, “Cuma” geldi. Bir metin için yaratılan atmosfere yazar kendini mekânın bir parçası olarak algılamak suretiyle ulaşmaz mı... O atmosfere bazen de bir kuş kanadına tutunarak dahil olmaya çalışırsınız.
Söz konusu olan saksağansa, tanımanın sonu yok. Hiçbir kuşa farklı kültürlerde bu denli farklı anlamlar yüklenmemiştir. İsveç’te büyücülükle ilişkilendirirlermiş saksağanı, İngiliz adalarında kötü talihin habercisi bilirlermiş. Alman folklorundaki hırsızlık imgesine her yerde rastlanabilir, tabiatı icabı hırsız, daha doğrusu gözüne kestirdiği ne varsa kendi malı sayıyor. Allah’tan Çinliler kıymetini bilip iyi talihe yormuşlar varlığını da adını “sevinç kuşu” koymuşlar.
Buralarda gezinen saksağanlar literatürde “adi saksağan” (pica pica) olarak biliniyor.
Önceki haftalardan birinde, hani, Irak’tan gelen yoğun toz bulutu şehri ele geçirmeye başladığında, Tahran’da yapabilen için evden çıkmamak en iyi çözümdü. Evlerin duvarlarında geçmiş toz bulutu hücumlarından kalan izlerin üzerinde leke leke görünüyordu taze buluttan yağanlar; ağaçların rengi de değişmişti.
Gelip geçerken Irak tozu kuşların sesine bile yansımış gibi gelmeye başladı bana. Kışın sayıca azalan saksağanlar baharda koro halinde beliriyorlar yeşil sahalarda. Parkta yayılma istidatları mevsimin neşesini hatırlatıyor gençlere. Bir sekmede toplanıp herhangi bir aile gibi şak şak sesler çıkartarak hasbihal etmelerine bakarak, ciddiyetle bir konuyu tartıştıklarını sanırsınız. Hırsız kuş, şatafat seviyor, yükte hafif parlak ışıltılı ne varsa mücevher dahil yuvasına taşımaya heves ediyor, çevresinde gördüğü elbiseleri, mutfak eşyalarını bile çalıp yuvasına götürmek istiyor. Bir de acıma yoksunu; küçük kuşların yumurta ve yavrularına zarar veriyor. Kaba saba ötüşü; sert, tekrarlı, eline geçirmeye niyet ettiği her ne varsa ulaşmak için tekrar ve tekrar denemekten vazgeçmeyeceği konusunda da inandırıcı.
“Çak çak” diye ötüşü kur içinmiş; bir de alacakarga taklidi yapıyor.
Bana en çok dokunanı, her mevsim avı için izin olması. Kalabalık nüfusuyla nereye yayılacağı kestirilemiyor.
Seslerin peşinde tereddüt içinde aşağı yolu dolandım, toza bulaşmamış bir köşe arıyorum aynı zamanda. Akif Emre’ye söz verdiğim için fotoğraf çekmek üzere birkaç deneme yaptım.
“Koli” diye isimlendirilen çingene çocuk çorap satmaya uğraşıyor çimlerde oturan delikanlılara, bir pazarlıktır gidiyor. Daralan yolda gençler voleybol oynuyor; geçerken aksatacağım oyunlarını. Geri döndüm, aykırı bir yoldan görmeye çalıştım parkı. Yerlerde ezik dutların morlu beyazlı izlerinden geçilmiyor. Bir Afgan delikanlı çıktı karşıma, dut ağacının tepelerine doğru sıçrayıp duruyordu. Uyarmak görevimdi; zehirli bu dutlar. Aldırmadan sıçramaya devam etti. Bir yerde okudum; dut ağacı yaprağı meyvesiyle kirli havayı içine çektiği için belediyenin dikimine en rağbet gösterdiği ağaç olmuş şu yıllarda. Caddelerde, özellikle otoyollarda, her yerde dut ağacı...
Şamatacı saksağan grubunu o sırada gördüm, şehre nazır çimlik yamaca yerleşmiş ötüşüyorlar. Bakalım nasıl görünüyor şehir o taraftan, Irak tozu her yeri ele geçirmişken, diyerek yamaca götüren merdivenleri çıktım. Yukarıda tepede yine bir çekim vardı, Ramazan boyu sürecek “Eğer sizin de başınıza gelecek olsaydı” adını taşıyan bir dizi içinmiş onca kalabalık.
Çekim ekibini rahatsız etmemek için uzattım yolumu. Bu arada saksağanlar uçup gitmesin, diye acele ettim. Yaklaşırken aramıza bir uçurtma gölgesi düştü, çocuklar çığlık çığlığa bağırıyorlardı. Beyaz lekelerle kaplı kara bir bulut gibi dağıldı saksağanlar. İçlerinden kamera ışığına alışık gibi duran birkaçı kararsız adımlarla çimlerde ilerliyordu. Çektiğim fotoğrafları beğenmedim. Soluk, silik, tatsız görünüyordu sahneler; her yere bulaşıp manzaraları eline geçiriyor yapışkan tozlar. Baktım, film ekibi de toparlanmış, gitmeye hazırlanıyor. Tencere tavaları, semaverleriyle, gece yarısına kadar oturma niyetiyle geldikleri anlaşılan kalabalık bir aile vardı, onlar da toparlanmaya başladı. Bir kez daha dolaşıp geldiğimde yerlerini bir çift saksağan almıştı. Dökülmüş saçılmış, unutulmuş olan ne varsa kendi mülkiyetlerine geçirmek üzere dolaşıyorlardı tamamen boşaltılmış sekmede.