'Bir tuzluk yüzünden karımla tam iki gün konuşmadım.
Anlatsam inanmazsın abi, şaka dersin. Yanlış duymadın, tam iki gün bir tuzluk yüzünden karımla küs kaldım. Aynı evin içinde iki yabancı gibi köşe bucak kaçtık birbirimizden. Eve giriş çıkışlarda sessiz film oynadık. Birbirimizin yüzüne bakmamak için nasıl çabaladık bilsen.'
Elinde döndürüp durduğu çay bardağına bakarak konuşuyordu arkadaşım.
'Yani demem o ki, severek evlendik ama daha bir yılımızı doldurmadan tuzluk yüzünden iki gün aynı evde küs yaşadık. Ben o tuzluğu bu masada istemiyorum dedim, o 'inadıma yapıyorsun' dedi, masadan eksik etmedi tuzluğu. Ben inat, o inat. Tartıştık tabi. Ne oldu, iki gün küs bakalım.'
Neyse ki tatlıya bağlanmış mevzu. Ama öyle hemencecik değil. Yaşanılacak bir maceraları varmış, yaşamışlar. Hem de ibret-i âlemlik.
O bir odada, hanım öbür odada bir başına kös kös oturuyorlar. Gecenin bir yarısı kapı deli gibi dövülüyor. Heyecanla koşmuş iki küs kapıya. Alt kattaki komşu kan ter içinde 'aman komşu karım doğum yapıyor, bir el atıverin' diyor. İnsanlık ölmedi ya, ikisi de koşmuş içeri, üst baş, levazım neyse alıp koşmuşlar alt kattaki komşunun imdadına.
Kadıncağız feryat figan ediyor, evin küçük çocuğu hıçkırıklara boğulmuş ağlıyor, kadının kocası heyecanla etrafa koşturup duruyor. Bizimkiler o halde bile bakmıyorlar birbirlerinin yüzüne. Küs kadın komşusuna el atıyor, destek oluyor, teskin ediyor. Kocası komşu adama moral veriyor, hastaneye gidiş için arabasına koşuyor. Elbirliğiyle kadıncağızı arabaya bindirip, doğru acil servisin yolunu tutuyorlar. Tutuyorlar tutmasına ama arabanın arkasında bizim iki küs yan yana oturuyor. Küs kadın bir taraftan hemcinsine kol kanat geriyor, moral veriyor, diğer taraftan küs kocasına manalı bakışlar atıyor. Ne tuzlukmuş be demeyin, inat bu, tutunca tutuyor.
Güç bela hastaneye yetiştiriyorlar komşularını. Karı koca içerde, küsler koridorda beklemede. Biri bankın bir ucunda, diğeri öteki ucunda. Gayri ihtiyari diyaloglar yaşıyorlar.
- Kapıları örttün mü?
- Örttük herhalde!
-Anahtar sende değil mi?
-Nerde olacak, bende tabi.
Konuşsan bir, konuşmasan bin dert. İkisi de diş biliyor içlerinden. Tanıştıkları gün, ilk buluşmalar, ilk itiraflar, ilk tartışmalar geliyor akıllarına. Sözdü, nişandı derken evlilik gelip çatmıştı. Biraz maddi sıkıntılar, azıcık aile baskısı, sonunda iki baş bir yastığa deymiş. Sevmişler, severek evlenmişler, hala birbirlerini sevmekte ve doğacak çocuklarını beklemekteler.
'Abicim, valla billa inattan değil. Ne güzel anlaşıyorduk ilk başları. Yahu kadın anlamak istemiyor beni. Anlatıyorum bir kulağından giriyor diğerinden çıkarıyor. Bak diyorum, bir şey diyorsam sözümü say, ciddiye al beni. Keyfime yap demiyorum ya. Mesela bak, elli kez söyledim şu tuzluk meselesini. Gıcık oluyorum abicim o tuzluğa. Yapış yapış oluyor elime alınca. Meret küçücük bir şey. İki çay kaşığı tuz ya var ya yok. O da yapışıp duruyor içinde. Salla salla tık yok. Bir de teki yetmiyormuş gibi takımını almış. Hangi tuzluğa elimi atsam ötekinin kardeşi. Ama laf dinletemiyorum. Benim fikrime kıymet vermiyor. Ben böyle dedim, böyle olacak diyor. İnsanım ben de, patladım bir saatten sonra. İnanır mısın başka huyları da gözüme batmaya başladı.'
Kadıncağızın da kendince sebepleri var tabi. Çeyizinden porselen tuzluk çıkarmış, birini kocası, ötekini komşunun kızı kırmış. Aldığı 2 cam tuzluğu kocası büyük diye kullanmamış. Madem onlar porselen, bunlar büyük. O zaman al sana küçük plastik tuzluklar. Yok, adam beğenmiyor. Ben biliyorum, ne inatçıdır o. Dediğim dedik ya. İlk seneler yoktu böyle huyları. Sonradan oldu. Ne etsem gözüne batıyor adamın. Tuz atsam çok tuzlu, az atsam yok tuzlu. Geç gelir yağlı yemek yaptın der, vakitsiz gelir hep kahvaltılık var der. Dizi izlesem saçmalık, şarkı türkü dinlesem davalık olurum. Hep kendi istediği gibi olsun demeye getiriyor. Karşındakinin kıymeti harbiyesi yok. Varsa yoksa kendi istediği. Ben de insanım diyorum, kendi zevklerim kendi isteklerim var. Senin gibi olmaya zorlama beni diyorum, kızıyor.
Hastanede kalmıştık değil mi?
Komşularının sabaha doğru bir çocukları olmuş.
Onlar da koridordaki bankta önce ara sıra bakışmış, sonra da biraz nazlandıktan sonra zoraki de olsa sarılıp barışmışlar. Erkeklik bende kalsın demiş kocası, kusura bakma kabahat benim demiş. Altı üstü bir tuzluk. Yok demiş karısı, kabahat benim. Porselenin, camın kökü kurumadı ya. Onlardan almalıydım bir takım. Hem bu tuzluklarda hep rutubet oluyor. Pirinç de attım faydası olmadı. İlk fırsatta bir takım cam tuzluk…
'Ama aramızda kalsın' diyor arkadaş; 'bir ara odalardan birinden bir müzik sesi geldi kulağıma. Orhan Gencebay 'beni böyle sev seveceksen' diyordu. Sanki şarkının sözleri kafama balyoz gibi iniyordu. Nişandan birkaç gün önce tartışmıştık. Yine bu şarkıyı dinlemiş, gidip barışmıştım. O gün yaşadıklarım geldi aklıma. Farklı yapılardaydık ama sevmiştik birbirimizi. Sevgimiz için birbirimize tahammül etmiştik. Aklıma bunlar gelince, tutamadım kendimi, kalktım özür diledim. Sağ olsun, o da iyi kadındır, geri çevirmez elimi. Barışınca anlıyor insan sevdiklerinin kıymetini. Bence kavgada kabahati biraz kendimizde aramalı. Karşımızdakini değiştirmeye çalışmaktan vazgeçince her şey daha kolay oluyor.'
Dört kişi girdikleri hastaneden sabaha doğru beş kişi çıkıyorlar. 2 ay sonra da kendi çocuklarına kavuşuyorlar. Şimdi biri yeni doğmuş, diğeri 1,5 yaşında iki çocukları var. O günden sonra tartışsalar da küsmeyeceklerine söz vermişler bir birlerine.
Ne zaman tartışıp sesimi yükseltecek olsam o şarkının sesi geliyor kulağıma diye bitiriyor arkadaşım;
'Beni böyle sev seveceksen/ Olduğum gibi göreceksen…'