Beni aramaktan vazgeçme!-Hikaye

 

 

Cumartesi Anneleri için hikaye / HİKAYE

Baba bir süreliğine her zaman vardı. Kısa süreliğine uzaklaşırdı köyden olsa olsa ve bazen uzağa gitse de çok gecikmeden dönerdi, valizi hediye paketleriyle dolu olarak. Bahçe kapısından girer girmez kendisini karşılayan sekiz yaşlarındaki büyük oğlunu kucağına alır ve havalara savururdu. Bir atı vardı, cılız da olsa; onu arkasına oturturdu, birlikte dağlara çıkarlardı. Tahtayı oyarlardı bir arada bulundukları saatlerde, taşı bile oyarlar ve minik oyuncaklar üretirlerdi. Bazen de bostandaki ürünleri pazara götürmek üzere babanın kaportası dökülmüş eski arabasına binerek kasabaya giderlerdi.

O gün de yine Murat marka eski arabayı kasalarla doldurarak kasabaya gitmiş, geri dönüyorlardı. Bir dönemeçte görkemli siyah bir cip yollarını kesti. Sonraları çocuk, her şey siyah mıydı, yoksa bana mı öyle görünüyordu, diye sorarak düşündü o anları. Siyah gözlüklü siyah elbiseli iri yarı adamlar Baba’yı ite kaka götürerek cipe bindirdiler. Şiddetle bükülmüş olmalıydı kolu cipe binerken, acısını yansıtan bir çığlığın ardından oğluna seslendi: Oğlum korkma, geri döneceğim, emin ellerdeyim ben! Arkasından koştu cipin çocuk, aracın görünmez olduğu anlarda bile sürdürdü koşmayı, ama bir süre sonra yoruldu ve bulunduğu yere çöktü. Bir zamanlar asfalt olduğu anlaşılan mucır kaplı yola uzanarak gözlerini kapattı. Nasılsa dönerdi babası, emin ellerde olduğunu söylemişti, mutlaka dönerdi, onu öyle bir başına ıssız yolun ortasına terk etmezdi, ne olursa olsun.

Sonraları da çocuk her bahaneyle bir cipin yollarını kestiği dönemece gitmek istedi, babasını götürüldüğü yerden o noktaya çağırabilirmiş gibi. Nasılsa gelirdi, gelecekti, başka türlü düşünmezdi; emin ellerde olduğunu söylemişti ya... Birlikte taştan tahtadan oydukları oyuncaklardan her biri bir açıdan eksik, kusurlu görünüyordu gözüne; babası geldiğinde tamamlanacaklardı. Yıllar geçse de bozulmuyordu, evin babalı düzeni. Giysileri dolapta, ayakkabıları ayakkabılıkta, evrakları tahta bir kutuda bekletiliyordu. Murat 124 avlunun bir köşesinde paslanmaya terkedilmişti. Cılız at acınaklı kişnemelerle sürücüsünü özlediğini bildiriyordu ahırdan sanki ve çocuk, babasıyla yaptıkları yolculukları yeniden yaşamak istediğinde üzerine atlayarak dağlara doğru sürmek istese de, atın mecalsizliğini farkederek vazgeçiyordu. Anlatırdı büyükler, eskiden on yılı bulan askerliklerin yaşandığı savaşlar çağında, askere giden sevgili kişinin ne zaman döneceğini bilmezdi geride kalanlar. Günün birinde, bütün ya da sakatlanmış bir vücutla dönebilirdi. O dönünceye kadar kadınlar, yaşlı bir adam bulunsa bile yanlarında, bir erkek gibi aile düzenini koruma sorumluluğunu üstlenirlerdi. Yatağı boş tutulurdu gidenin ve eşi de bir mitoloji kahramanı misali yolunu gözlüyor olurdu.

Herkesten farklı üzüntüleri vardı çocuğun annesinin. Mesela, o gün sevdiği yemeği yapmamıştı kocasına, kucağındaki bebek kulak ağrısı yüzünden huysuzlandığı için. Öbür gün yaparım, diye de gün vermişti. Öbür günün hiç gelmeyeceğini bilemezdi. Başka bir üzüntü konusu ise, kayıplara karışan adamın gömleğinin kopan düğmesiydi. Arabanın bagajına kasaları yüklerken zorlanınca gömleğin düğmesi kopmuş, yuvarlanıp az ilerideki tahta kırpıntılarının arasında kaybolmuştu. Düğmeyi bul, getir de dikeyim, demişti kadın. Boş ver, demişti adam. Bebek ağlıyordu ve adam da o hengâmede düğmeyi bulmaya üşeniyordu. Başka bir düğme getirip dikeyim, dediğinde de, buna vakti olmadığını söylemişti. Hava  serindi ve düğmesiz gömleğini üzerine giydiği montla kapatabileceğini düşünüyordu. Acele ediyordu, bir sürü yere yetişecekti; pazara, postaneye, bankaya. İşte o gömlekle kayıplara karışmıştı, ardında endişeli yüreklerin yanı sıra, giysi dolabında asılı bir kaç tane ütülü, düğmeleri eksiksiz gömlek bırakarak. Ah, diye düşünüyordu kadın, düğmesiz gömleğiyle gitti o meçhul yola. Nereye gitti, bilinemez kesin olarak, “emin ellerdeyim ben”, demişti ya, ne demek istemişti bu sözüyle, ancak tahminler yürütülür ve bu tahminlerin de acısız sızısız olmasına dikkat edilirdi. Çünkü nasılsa gelip anlatacatı o yakında ve bütün tahminleri yanıltan, yolunu gözleyişlere de değen açıklamalarda bulunacaktı.

Bugün gelir, yarın gelecek, gelecek ay mevsim gelecek yıl... Kadını  şaşırtıyordu yılların hızla akışı. Onca yıl boyunca adanmış adaklar vardı, geri çağıran dualar, umutları yenileyen bayram sabahları birbiri üzerine ekleniyordu. Beklentiyi daimi kılan nice şey birikip çoğalırken onun vücudu zayıflıyor, yüzünün çizgileri değişiyordu. Holden geçerken gözüne çarpan aynadaki simasını yadırgıyordu: Kapıyı açtığımda beni değişmiş bulacak; yaşlanıyorum.

Varsın kayıp biri olarak anılsın haberlerde, karakol listelerinde, istatistiklerde de döneceğe güne inanalım! Çünkü gazetelerde daha sık söz edilmeye başlandı, asitin eritemediği beden kalıntılarının bulunduğu kuyulardan, kemik toplanan tarlalardan. Uydurma haberler bunlar, dedi kadın büyük oğluna. O kemikler olsa olsa Ermenilerin öldürdüğü insanlara aittir. Baban sana emin ellerde olduğunu söylememiş miydi cipe bindirilirken? Haklısın, dedi delikanlı ve biraz düşündükten sonra, kemiklerin Urartu döneminden de kalmış olabileceğini söyledi. Bu imkânsız, dedi, gazetelerde yer alan birdenbire kayıplara karışan insanlara ilişkin her türlü haberi dikkatle takip eden küçük oğlan. Kafatasılarında kurşun delikleri varmış. Üstelik içlerinde bazıları babamın kaybolduğu tarihlerde öldürülmüşler.

Ürperdi kadın, sonra ürpertisini bir silkinmeye dönüştürmeyi başardı: Aklına getirme böyle şeyleri, dedi. O çukurlardan birinde bulunsaydı baban, çoktan haberini alırdık! O sağ, bir yerlerde yaşıyor, ama bize ulaşamıyor. Kaç gecedir rüyamda görüyorum, daha doğrusu ıssız bir yolda giderken, her halde onu bulmaya çalışarak öylece giderken sesini duyuyorum. “Beni aramaktan, yolumu gözlemekten vazgeçmeyin” diye sesleniyor. O hep gider, sonra beklemediğimiz bir anda çıkar gelirdi. Benden önce ağabeyin duyardı, bahçe kapısına yaklaşan ayak seslerini. Sen de o gelişlerdeki sevinci yaşayacaksın. Yolculuğu çok uzadı bu kez, ama kapıyı çalabilir her an, evdeki şu dağınıklığı giderelim, pazara alışverişe çıkalım, banyodaki akan musluğu tamir ettirelim, doğru dürüst bir yemek için hazırlık yapalım. Her an gelebilir, nihayet gelecek, bir telaşla gelir gider, o hep böyle yapar.

Acelesi vardı o gün de, bir yere yetişecekti, gömleğinin düğmesinin dikilmesine yetecek kısa bir süre bile fazla görünmüştü ona, Tarım İl Müdürlüğü’ne gidecekti, pazarın ardından önce bebeğin kulak ağrısına iyi gelecek bir ilaç için eczaneye, ardından bankaya veya postaneye uğrayacaktı.

Uğraması  gereken birkaç yer olduğunu bana da söylemişti, arkadaşının dükkanına bırakmıştı beni, elime de bir dondurma vermişti, çubukluydu dondurma ve çikolota kaplıydı, en çok çikolata kaplı dondurma severdim, bunu bilirdi, diye doğruluyor büyük oğlu annesini, erkenden olgunlaşmış genç bir adamın yüzünü bir süreliğine işgal eden çocuksu ifadelerle.