BDP'yi bekleyen tehlike

Barış ve Demokrasi Partisi adına grup toplantılarında ve gidilen yerlerde yapılan konuşmaları dikkatle izleyenler, dile getirilen ifadeler karşısında muhtemelen hayrete düşmüşlerdir. 

İlk olarak, İsrail'de yaşananlarla ilgili olarak "Başbakan ... kendisine sormalı", "Eğer bu ülke kendi yurttaşlarına hak ettiği değeri gösterseydi İsrail bu katliamı yapamazdı" ifadesi kullanılırken, BDP'nin tüm Kürtleri adaletli bir şekilde savunduğu mu vurgulanmak istenmektedir? Yine İsrail ile ilgili olarak "hükümetin meseleyi getirdiği nokta budur" vurgusu yapılırken, BDP'nin "Kürt meselesini" farklı bir sorun yapıp, çözümü de kilitleyerek konunun nerelere getirildiği hiç ifade edilmemektedir. Her BDP'linin birer barış elçisi olduğunu dile getiren Demirtaş, "Her seferinde partimiz kapatıldı. En son meşe amblemli BDP'yi kurduk. Meşe ağacını yaksanız da, kesseniz de meşe ağacı kurumayacak, inadına yeşerecektir." vurgusunu yapmıştır. Başbakan'ın konuşmasını dinlediğini ve kürsüde sürekli şikâyet ettiğini savunan Demirtaş, "Demokratikleşme sürecinde hangi somut çözüm proje getirdin de kim engel oldu?" diye sormuştur. Bir yıldır Kürt sorununu nasıl çözeceğini tartıştığını ileri süren Demirtaş, şöyle devam etmiştir: "Bir yıl önce başlayan bizim de destek verdiğimiz bu süreç, bizim yüzümüzden mi sizin maskelerinizin düşmesinden mi bu hale geldi? Gelinen noktada 'ben demokratikleşecektim, birileri engelledi' deniliyor." demiştir. Hakkâri'de yaşanan olaylarla ilgili olarak ise BDP Genel Başkan Yardımcısı Gültan Kışanak, 10 şehidi hatırlatan gazetecilere, "Arkadaşlar, her gün oluyor. Sayı 1 ya da 10 ne fark eder? Can candır. Açıklama yapmak istemiyorum." cümlesini sarf etmiştir. BDP Grup Başkan Vekili Bengi Yıldız ise "Yeniden sözün bittiği yerdeyiz, ... 10–20–100 bin insan daha öldürseniz, 10 bin insan daha cezaevine tıksanız, bir milletvekili değil, BDP'nin 20 milletvekilini de öldürseniz, tüm belediye başkanlarını öldürüp cezaevine atsanız, bu sorunu şiddet yöntemiyle, baskıyla zulümle çözemeyeceksiniz. Er veya geç, ama biz diyoruz ki daha çok Kürt ve Türk kanı akmasın. Kürtlerde meşhur bir deyim vardır. 'Biz boş testiyi dolu testiye çarparız', bizim kaybedecek bir şeyimiz yok. Varsın testisi dolu olanlar düşünsün." diyerek adeta umursamazlık addeden bir ifade kullanma gereksinimine gitmiş görünmektedir. Bunun izahatı zor bir açıklama olduğu söylenebilir. BDP adına açıklamalarına devam eden Yıldız, askerlik konusunda "vicdani ret" hakkının kullanılmasını isterken aynı zamanda Demokratik Anayasa ve Kürt Sorununun Çözümündeki Rolü konulu sempozyumda "anayasa değişikliği paketini boykot edeceklerini" de dile getirmiştir. Son olanlardan sonra BDP'den zaten farklı bir tavır beklemek mümkün değildir. Bir parti düşünün ki, sürekli olarak aynı nedenlerden dolayı kapatılıyor, sonra mevcut iktidar "parti kapatmayı zorlaştıracak" bir değişiklik teklif ediyor, kapatılma kararı ile karşı karşıya kalan parti bu öneriye destek vermiyor ve sonra da aynı parti anayasa değişikliği paketinin boykot edilmesi gereği üzerine vurgu yapıyor. Peki, halk düşünmez mi, bu yapılanlar ne kadar samimiyet içeriyor diye? Oy alınan halka karşı bunun izahatı nasıl yapılabilir?

Aynı şekilde tezat bir nokta da şudur: Demirtaş tarafından "barışçıl ve demokratik çözüm yöntemleri bizim öne sürdüğümüz çözüm yöntemleridir" ifadesi kullanılırken, neden silahların bırakılması gerektiği bir türlü belirtilememektedir. Çözüm için görüşelim denildikten sonra, gelenlere de, çözümün sürekli olarak İmralı'da olduğunun işaret edilmesi, bir çözüm müdür yoksa bir çözümü tıkamak mıdır? Birbirinden bu kadar bağımsız iki konunun, birbiriyle bağlantısı kurularak anlatılma çabası, BDP'nin "neyi amaçladığı" sorusunu sorma ihtiyacını doğurmuştur. Her defasında "farklı bir muhatabı" işaret eden parti yönetiminin adeta kendisini "yönetilen/yorumcu" başka bir merkezi de "yöneten/yasa koyucu" pozisyonunda gösterip, "merkeze" kendisini bırakmayıp eskiden olduğu gibi "çevrede" yer alma konusunda kararlılığını sürdürdüğü söylenebilir. Peki, BDP ne yapmaya çalışmıştır? Önce Türkiye partisi imajı oluşturulmuş sonra çözüm için yeniden İmralı'yı göstermiş ve ardından da parti kapatma hükmü için bir köşeye saklanmayı tercih etmiştir. BDP'nin aslında ne yapmak istediği açıktır; kendisi de farkındadır ki savunduğu ilkelerden vazgeçmesi, kendi meşruluğunun da ortadan kalkmasına neden olacaktır.

İdeolojik eksendeki kayma

Şu hususa dikkat çekilmelidir ki, BDP, yüzünü kamuoyuna ilk gösterdiği zaman ilk başkan Çelik, "Biz, DTP'nin yedeği, DTP'nin kapatılması durumunda onun boşluğunu doldurmak için kurulan bir siyasi yapı değiliz. Biz, aksine DTP'nin, toplumun farklı kesimleri ile ilişkilenememiş olması, emek, demokrasi cephesi ile buluşamamış olması, Kürt sorunu ile sınırlı kalmış olmasından dolayı, daha kapsamlı daha büyük, Türkiye'nin her alanda emek ve demokrasi cephesi ile buluşmayı öngörüyoruz. Bu anlamda daha büyük daha kapsamlı bir projeyiz." demişti. Ama daha sonradan genel başkan seçilen Selahattin Demirtaş, "Yaşamının son 18 yılını barışın gerçekleşmesine adayan ve bunun 11 yılını bir hücrede işkence altında geçiren bir şahsiyeti bütün yönleriyle Türkiye kamuoyu ne kadar tanıyor acaba?" diyerek yeniden Öcalan'ı muhatap göstermiştir. BDP en başlarda sahip olduğu evrensel söyleminden yine vazgeçmiş/vazgeçirilmiş ve yeniden kitle partisi olmayı tercih etmiştir. BDP'deki bu eksen kaymasının, PKK'nın ilk kurulduğu dönemden bugüne kadar olan süreçteki eksen kayması ile paralel gittiği iddia edilebilir. PKK da, ilk kurulduğu dönem itibarıyla sosyalist-komünist bir ideoloji benimsemiş, bayrağına bunu sembolize eden orak-çekiç yerleştirmiş ve Öcalan, çektirdiği fotoğraflarda Marx, Engels gibi sosyalist ideolojiyi temsil eden portreler yerleştirmiştir. Dikkat edilirse o fotoğraflarda yine Kürt halkı ve din adına isyan eden Şeyh Said (Said Nursi değil) portresine yer verilmemiştir. Bu da bu hareketin devrimci-sosyalist bir ideoloji taşıdığını açıkça ortaya koymaktadır. Fakat birkaç yıl sonra ne olduysa bayraktan "orak-çekiç" çıkarılmış, o ana kadar sahip olunan ve sahip çıkılan –ya da öyle gösterilen- devrimci ideolojik düşüncenin yerini; "tek yıldızlı" bir bayrak ve etnik ideoloji almıştır ve bu aralarda Şeyh Said'i anma programına katılım olacağı açıklanmıştır. Çünkü PKK'yı bir arada tutacak yeni bir ideoloji ama radikal bir Kürt ideolojisi oluşmuş/oluşturulmuştur. PKK'nın ilk eyleminden yaklaşık on dört yıl önce, devrimci ideolojiye sahip olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesiyle devrimci-sosyalizm kan kaybetmektedir, bu yarayı bir yerden kapatmak –intikam almak- gerekmektedir ve Öcalan'ın da en başta yaptığı sadece buna benzer bir şeydir. Bu durum da, etnik ideolojiye evrilinceye kadar devam ettirilecektir.
 

Örgütle paralel bir biçimde eksen kayması yaşayan BDP, şu an için eğer "tüm Kürt halkının haklarını savunduğunu" iddia ediyorsa, niçin genel seçimde barajın altında kalmıştır? Asıl sorun BDP'nin hangi Kürtleri temsil ettiği sorunudur. Görünen o ki Doğu ve Güneydoğu'da istediği oyu alamayan BDP, tüm Kürt halkını temsil edememektedir. O halde neden her konuşmada "tüm Kürtlerin sözcüsü" konumunu kendisine atfetmektedir? BDP hangi Kürtlerin siyasal temsilcisidir? Ya da BDP niçin Doğu veya G.Doğu'nun ücra köylerinden birinde yaşayan küçük bir Kürt kız çocuğunun ailesi tarafından eğitiminin engellenmek istenmesini başka olguları savunduğu kadar medyada dile getirememektedir? BDP'nin esas derdi nedir? Bugüne kadar kapatılan diğer partiler gibi BDP de İmralı'dan farklı bir çözüm önerisi sunma başarısını gösterebilmiş midir? Tabii ki hayır. Peki niçin? Tek bir sebep var, o da tabanı kaybetme korkusu. BDP'de dahil Kürt siyaseti yapan hiçbir parti ne dağdakilerden ne de İmralı'dan bağımsız hareket edebilme olgusunu gerçekleştirememişlerdir. Bağımsız hareket edebilme gerçeğine belki tarihte ilk defa bir kişi çok az da olsa yaklaşabilmiştir ama o da son kapatılan DTP ile birlikte siyasi yasağa mahkûm edilmiştir. İlginç olan kendisinden daha uç söylemler dile getiren kişilere siyasi yasak getirilmezken, Ahmet Türk'ün bir anda geri plana itilmesidir. Şimdi BDP'de evrensel bir sol söyleme sahip tek bir kişi kalmıştır; Ufuk Uras. Bakalım kendisi bu son olup bitenlere daha ne kadar sessiz kalmayı başarabilecektir.

Ne yazık ki Barış ve Demokrasi Partisi'nin şu an itibarıyla, havuzda eriyen söylemler kullanan, Kürtlere sahici bir söylem hakkı veremeyen, siyasal temsil imkânını genişletmek yönünde bir katkıda bulunamayan, kullandığı terminoloji ve izlediği metot önceki partiler ile paralellik gösteren, "dağ" dışında bir alternatif yaratamayan, aşırılığın liderliğini yapmaya devam eden ve esas Kürt meselesi sorunlarını ikinci plana iten bir parti konumuna yeniden yerleştiği söylenebilir. Örgüt için ise şöyle bir tespit yapılabilir: Türkiye'nin bölgedeki ülkelerle samimi ilişkiler geliştirmesi ve demokratik açılımın bölgede memnuniyetle karşılanması, PKK'yı zor durumda bırakmış gibi görünmektedir. PKK da son defa ulusal ve uluslararası arenada ne yapabileceğini ölçmeye çalışıyor gibi görünmektedir. Muhtemelen bu durumun, şiddetin en son halkası olacağı söylenebilir.

Katı olan her şey buharlaşıyor

Marx'a göre bizim çağımız "katı olan her şeyin buharlaştığı ve kutsal olan her şeyin müstehcenleştiği" bir çağdı diyor Bauman. Marx'ın belirttiği gibi "katı olan her şeyin buharlaştığı ve kutsal olan her şeyin müstehcenleştirildiği, soluk kesici hızlı bir çağdı", bu çağ. Ve kişi ancak üretici çabasıyla bu hıza ayak uydurabilirdi. Bu, pek tabii ki siyaset içerisinde de yer bulabilen bir olgu, ismi de; yeni siyaset üretebilmek... Ama Barış ve Demokrasi Partisi'ne baktığımız zaman üretici bir parti olmasından ziyade hâlâ eski geleneğini sürdürmeye çalışan "feodal parti" imajından kurtulamamış bir "yorumcu" olarak karşımıza çıkmaya devam ettiği görülebilir. Dahası BDP, "yasa koyucu" olarak İmralı'dan talimat aldığı müddetçe bu feodal yapının değişebilmesi de çok muhtemel görünmemektedir. Çünkü feodal düzenin siyasi yapısı bir piramit gibidir. En üstte kral (veya imparator) oturmakta ve "biz sizi yönetiriz" söylemini benimsemekte, altında ise kendisine bağlı soylular bulunmakta ve "biz sizin yerinize düşünürüz" söylemini benimsemekte; bu soyluların altında silahlı güçler bulunmakta ve "biz sizin için vururuz" söylemini benimsemekte; bu silahlı güçlerin altında bazı elitler bulunmakta ve "biz sizin için yeriz, içeriz" söylemini benimsemekte; ve bu hiyerarşik düzenin en alt ve en geniş tabakasında ise serfler/halk/tebaa/köylüler/köleler bulunmakta ve halk'a, "biz sizin için hem üretir hem çalışırız söylemi benimsetilmektedir". Ama unutulan bir gerçek vardır ki o da, feodal düzeni ters yüz edecek tek mutlak güç ancak ve ancak "halk"ın kendisidir.