Kurban bayramı geldi ve gitti. Değişik iklimlerde ve acınası hallerde, kendisini üç farklı günde karşılayan ümmetten ne kadar memnun kalmıştır? Ateşkesinde dahi samimi olmayan, birbirlerine sırt dönmüş ülkelerin bayramı aynı gün karşılamaları belki de şaşırtıcı olurdu.
Rahmeti birlikte kucaklamaktan kaçınan, aynı güne sevinç doldurmaktan imtina eden tutumların her biri kendi hesabını doğru kabul ederek diğeriyle aynı günde “buluşmamanın” hazzını hanesine kayıtlarken, sefalet fotoğraflarına bir sayfa daha eklemiş oldu.
Balkanlar’dan Pakistan’a uzanan coğrafyada kurban bayramı üç ayrı günde başladı. Her ülkenin kendine göre bayramı başlatma yöntemi var. Devreye konan her yöntemin de “Biz en doğrusunu yapıyoruz” ifadesiyle savunması hazır.
Ancak,mesele bu değil.
Diyanet İşeri Başkanı Arefe günü Arafat’dan, naklen dua ederken, Türkiye’de kurbanlar kesiliyordu. Peki bayram nasıl ilan edilmişti? Kim karar vermişti?
Hiç kimse!
Türkiye’ye bütün bayramlar otomatik gelir. Bir bakıma, bayramları matbaalar ilan eder. Takvime bakarak önümüzdeki elli yılın bayramlarını tebit etmek mümkündür. Kurucu kadrolarının anlayışında, doğuya dönmenin ihtarla değerlendirildiği, güneşin, elden gelse, yerinin değiştirileceği derin korku varlığını sürdürüyor. “Arap”ların sözüyle mi bayram edeceğiz? asabiyesi derinlerdeki varlığını yaşatıyorr. Her ülkede farklı ve benzer mundar davranışlar, savunmalar sözkonusu.
Burada, en doğru zamanı bulmak, son teknolojiyi kullanarak astrolojik başarıları elde etme yarışı gülünç. Kim hangi noksansız ibadetiyle Mevla’nın huzuruna varabileceğini düşünebilir ki…
Meseleyi önemli kılan Kâbe’dir.
O Allah’ın evidir. Bütün Müslümanlar oraya yönelerek bir duruşu sembolize ederler. Kıble dünyevi ve ahiret içerikli, bütün yönlerin üzerinde tevhidi gösteren pusuladır. Müslümanlar birbirleriyle savaşsalar dahi oraya küsüp bir başka yöne yönelemezler. Kâbe’ye yönelmek fiziki ve anlam bütünlüğünün izharıdır. Hac bütün ümmetin temsilidir. Hacca gitmeye “bir yol bulan” her mümin gidemeyenlerin özlemini, dua talebini taşır.
Kabe bir ülkede yer almakla birlikte, aynı oranda bütün Müslümanlarındır. Bayramı ilan ederken mekan olarak merkezi konumu Arafat üstlenir, zamanı da Arefe günü. Arefe günü Arafat’ta bulunmayan hacı adaylarının haccı kabul olmaz.
Hal böyleyken vatandaşı olduğu ülkenin bayramı ayrı, hacının bayramı ayrı günde yapılmakta. Keza Ramazan bayramı da aynı karmaşadan nasiplenmekte. Müslümanların haram olan bayram günü oruç tutmaları sözkonusu. Hacı’nın ibadetine şaibe katmak, yalnızlaşan milli bayramlar ihdas etmek, her mümine acı olarak yansımıyor mu? Bu sefillik, aynı zamanda, sosyal ve siyasi halimizin izahı değil mi?
Nereden ve ne zaman düzeleceğiz? projeleriyle vakit tüketmek yerine, en kolayından başlamak mümkün. Oturduğumuz yerden bile, önyargıları bırakıp Kâbe’ye hakkı olan önemi vermek meseli çözmek yeterli olacaktır. Yeter ki, ulemaya bu halin önemini hissettiren sorular yöneltebilelim. Hiç bir şey olmamış gibi bu dağınıklığa rıza gösteren sessizlik, her şeyden daha tehlikeli.
İletişimin saniyeler içinde bütün arzı dolaştığı zaman diliminde, tek bir Müslüman’ı dışarıda bırakmadan bayramın, aynı anda, kalpleri yumuşatmasının bereketi, dünyevi hesapla izahı edilemez.
Kâbe’den beklenen haberi olmak bir ayrıcalık. Kâbe’ye kulak kesmek, “kıble” sahibi olmak, bütün yalancı rüzgarlara karşı durmanın imkanıdır.
Kâbe, tevhidin evidir.
Kâbe, Allah’ın emri üzerine bina edilen, sema ve arzın kesiştiği yerdir.
Kâbe, ölümle hayat, ahretle dünya arasında mümini hazır kılar.
Kâbe, dua değirmenlerinin dönerek günahları arındırdığı semanın kucağıdır.
Kabe, göğe yükselen tevbe ve dua çağlayanıdır.