Baudolino, 'Sır' ve ben

Aylardır yarısı Tahran’da olan evimi İstanbul’a, öteki yarım evime taşıma faaliyetini sürdürüyorum ve galiba, fiziken taşınmış olsam bile bu faaliyeti zihnen bir süre daha yaşamaya devam edeceğim.  Sebebi de elbet şehirler, ülkeler dolaşarak yıpranmış kitaplar, eski dosyalar, albümler. Bazıları artık taşınma telaşına katılmasın istiyorum. Oysa bir anlam ararsanız her birinde bir parça bulabilirsiniz. Tutulmuş not, yıllar akıp giderken geçmişin kilit açıklamasına dönüşüyor.

Taşınmak, kişinin kendi kendiyle yüzleşmesi... Söz konusu olan yazarın taşınmasıysa, ağırlaşma sebebi  zamanın muhasebesine terk edilmiş nice sahne ve imgeyle de yüzleşmek demek. Ajandalar, not defterleri, mektuplar, gidilmiş şehirlere, mekânlara ait broşürler, sempozyum ve panellerde yapılmış konuşmaların düzene girmeyi bekleyen notlarından oluşan dosyalar,”Peki, asıl yazmak istediğin neydi ve bu arada neler oldu?” şeklindeki soruları bir kez daha önünüze getiriyor.

Bütün bu kitapları ve dosyaları taşımanın, defalarca taşımanın bir anlamı olmadığını düşünmedim hiç. Oysa bazılarına yıllardır elimi sürmüş bile değilim; yabancılaşmışız. Mimarlık kitapları var aralarında, Betonarme, Yapı Statiği misali raflarda bırakıldığı gibi kalan ders kitapları var. Çekmecelerde sarı zarflar içinde şehircilik ödevi dosyaları, aydınger ruloları ve giderek ta yatılı okul yıllarından sayfaları sararmış dosyalar, hatıra defterleri, öğretmen ve arkadaş imzasıyla kalıcılık hakkı edinmiş kitaplar...

Kapağı hiç açılmamış olmayan, ama okunup tamamlanmamış kitaplar ayrı bir grup teşkil ediyor. Genellikle kalın ve daha tozlu, daha buruk bir şekilde haklı görünüyorlar.

Bir de Baudolino... On yıl içindeki bütün taşınmalarda olduğu gibi karşıma çıktı, kalın cilt.  Üstelik Umberto Eco’nun Türkiye’ye gelişiyle bastıran hatırlama nedeniyle, yazarın deneme kitaplarını zaten okumayı sürdürdüğüm için, bu kez onu okunması yine de ertelenecek kitaplar arasına yerleştiremedim. Birkaç gün, ne yapacağımı bilemeden tuttum elimde, oradan oraya gezdirdim, yıllardır hep yaptığım gibi, her an okuma düşüncesiyle, fakat bir türlü ilk sayfaların ilerisine geçemeden...

Taşınmadan edemeyen bir yazarın kalın ciltler neyine ve bir de zihninin, cümlelerinin ille de klavye yoluyla akıp gitmesine alışması... Tamam, şimdi dijital kütüphaneler var, ama ben annelik bocalamasını yaşayan genç bir yazarken yoktu. Turuncu, sevimli Silver Olivetti vardı; nereye gidersem gideyim yanımda olsun diye elimden geleni yapardım. Bazen kucağımda bebek, omuzumda bebek malzemeleri ve birkaç kitabın bulunduğu bez torba, elimde daktilo çantası olurdu.  Kitabın kalemin oluşturduğu bir uzam var ki somut taşınma adımlarına rağmen aslında bir yere gitmemiş oluyorsunuz. 

Eski kitaplarım, ilk bilgilerinin yanında kenarına köşesine benim eklediğim bilgilerle de vazgeçilmezler. Ninni gibi olanlar var aralarında, yorulmaya zorlayanlar, müsekkin gibi hatırlananlar, bir yara gibi kabuk bağlamaya terk edilenler var. Bazıları okunması ertelenirken durduğu yerde eski kitaplara karıştılar: Benim yazmak istediğim, yazabileceğim cümleler var bu kitapta, dedim. Şimdilik bir kenarda dinlensin.

Baudolino belki de Gülün Adı’nın ağırlığının kurbanı oldu. Her denemede, kalın mı kalın romanın 25 sayfasının ilerisine geçemedim.  Kahramanının yalanlarla örülü dünyası yüzünden de çığırından çıkmış bir postmodern anlatı okuyacağım hissini aşamadım. Postmodern yazarların yadırgatıcı hikayeler anlatma çıtasını yükseltme gösterisi karşısında tedirginliğe kapıldığım zamanlardı. Borges’ten, Calvino’dan ne almışsam almıştım ve Paul Auster kitaplarına ısınamamıştım. Eco denemeleriyle gündemimdeydi hep, fakat Baudolino’yu asla okuyamam da demedim. Ağırlığına bakmadım, evden eve taşıdım.

“Benim servetim kitaplarım, kitaplarım, yani hayatım” diye düşünürken, taşınmaya değil de  başka türlü bir sınava yakalandı Mustafa Kutlu’nun “Sır” kitabındaki kahramanı... Kitaplar varken yolculuğa çıkmaya üşenen insanlardan biriydi... “Kitaplar alıp götürmüştü onu. Geçip gitmiş zamanlara özge dünyalara, Avrupalara, kongrelere, bildirilere... Sahaflar çarşısına... Tire’ye, Nevşehir’e, Tokat’a... Eski kütüphanelere...” Kitap, dünyayı alıp getiriyor önüne.

Hafız için de bir bakıma öyle olmuş ya... Gezmemiş dolaşmamış, Rüknebad ırmağı kıyısında oturup suya dokunmuş da çağırmış gazellerini.

Baudolino’nun kahramanı ise anlaşılan tam bir postmodern gezgin. Beni 538 sayfalık romanın uzağında tutan belki de arka kapak yazısında yer alan işte şöyle bir cümle: “.. canavarların ve büyüleyici güzelliklerin toprağı, uzak ve ulaşılmaz Doğu’nun egemeni...” Kuşkusuz romanın kahramanı Baudolino ününe yaraşır şekilde yalanlarla ihtişam kazanan şaşırtıcı hikayeler anlatacaktır. Ama ben artık o şekilde şaşırtılmak istemiyorum. Tamamen göz ardı ettiğim yok romanı, sadece erteliyorum okumayı.

Fakat bütün bu okunması ertelenen kitaplar daha ne kadar taşınacak bavullarda, kolilerde...

Serveti kitaplar olan kişinin sınavı da kitapları olur. Sır kitabının “”Her ne var âlemde” bölümünde kahraman, “Efendi” olarak çağıracağı denli önemli olan kişinin “Kitaplarını suya at, öyle gel” şeklindeki cümlesini tartışıp duruyor içinde... “Saçma”görünüyor ona ister istemez bu talep; kitapları o denli merkezindeki hayatının. Londra müzeleri, iyi derecede bilinen yabancı diller, parlak bir doktora... Sehpa üzerinde çeşmibülbülden daha da muhkem duran bir eski “Belleten” sayısının içinden alındığı diziyle nereye kadar gider arayış içindeki kişi... 

O yine de “daha ötesini görme umuduyla” kitaplarını suya atacak. Derken, yeni bir bekleyişin kapıları açılacak önünde.  Klişelere prim vermeyen bir kitap“Sır”; incecik, 90 sayfalık içeriğiyle defalarca döndüğüm bir akarsu.

Biri bana “kitaplarını suya at da gel” demedi hiç, ama özellikle taşınmalarda, kendi kendime bu yükü daha hafif kılmanın bir yolu olamaz mıydı, diye sormayı sürdürdüm. 

Taşınma tozu koyulaştıkça,  hiç azalmayan okuma sebepleri nedeniyle alelacele birilerine bağışlayamayacağım kitaplarımı bir akarsuya atmak geçiyor içimden, biri benden bunu yapmamı istemediği halde... “Sır” kahramanı kitaplarını suya atmıştı, zehir içtiği hissiyle...   

Bana öyle geliyor ki bazı kitaplar inceliğine kalınlığına bakmadan, zaten su içinde akmayı sürdürüyormuş gibi durur elinizin altında.

Besbelli Baudolino, bütün ağırlığıyla; bu taşınma sırasında da benimle olacak.