ABD'de ve Avrupa'da Türk dış politikasında bir "eksen kayması"ndan söz edenler, bir "durum tespiti" yapmanın ötesinde, duydukları bir endişeyi de dile getiriyorlar. O da, "Türkiye'yi kaybetmek" kaygısı...
Batı'da Türkiye'yi yakından izleyen çevrelerin bu tespiti yapmalarına yol açan Türk dış politikasındaki son gelişmeleri dünkü yazımızda anlatmıştık. Birçok gözlemci bu tabloya bakıp, Türkiye'nin giderek Batı'dan uzaklaşmakta ve Doğu'ya (özellikle de Ortadoğu'ya) yaklaşmakta olduğu sonucunu çıkarıyor.
Bu gelişmelerin gerçekten bir "sapma" ve hele "Batı'dan kopma" noktasına gelip gelmeyeceği tartışılır. Nitekim konu Türkiye'de ve Batı merkezlerinde de şu sırada epey tartışılıyor.
Ama şu bir gerçek ki, Türk dış politikasında bir süredir önemli hamleler ve açılımlar gerçekleştiriliyor. Bu çabaların büyük kısmı da, Türkiye'nin yakın coğrafyasında ve özellikle Ortadoğu'da odaklanıyor.
Bu olayı Türk dış politikasında ciddi bir değişiklik veya bir "eksen kayması" olarak görenlerin aldığı tavır ilginç: Hiçbiri "Ne yapalım, Türkiye öyle istiyorsa, kendi bilir" demiyor; aksine, "Türkiye'yi kaybedemeyiz" diye düşünüyor veya "Türkiye'yi kazanmak için ne yapmalıyız?" diye soruyor.
Bu düşünce tarzı, Türkiye'ye verilen önemin bir göstergesi.
Açılımların etkisi
DÜN Fransa'nın kalburüstü siyasetçilerinin ve aydınlarının katıldığı bir toplantıda konuşulanlar, bu düşüncenin -Fransa gibi Türkiye'nin AB üyeliği konusunda oldukça hassas olan bir ülkede dahi- hâkim olmaya başladığını ortaya koydu.
Geçenlerde TÜSİAD tarafından Fransa'da kurulan "Paris Boğaziçi Enstitüsü" adlı düşünce kuruluşunun İstanbul'da düzenlediği bu toplantıda eski Başbakan Michel Rocard, eski Avrupa İşleri Bakanı Pierre Moscovici, Sarkozy'nin partisi UMP milletvekili Therry Mariani, yazar Alexander Adler gibi tanınmış isimleri dinledik.
Toplantının konusu Türkiye-AB ilişkileriydi. Konuşmacıların büyük kısmı Türkiye'nin tam üyeliğini destekliyordu; ama UMP üyesi ve diğer bazı katılımcılar farklı düşünüyor ve "imtiyazlı üyelik" tezini savunuyordu.
Ama hepsinin üzerinde durduğu nokta, Türkiye'nin artan önemi ve son olarak Ermenistan, Kürt ve Ortadoğu açılımlarının bu değere katkısıydı... Bundan çıkardıkları sonuç da AB'nin -eğer küresel bir güç olmak istiyorsa- Türkiye'yi kendi safına çekmesi gerektiği idi...
Son zamanlarda İstanbul'da AB ile ilgili yapılan birçok toplantıda da, bu argümanın Avrupa çevrelerinde güç kazanmakta olduğunu gördük. Bu, gerçekten önemli bir gelişme. Daha 2-3 yıl öncesine kadar, AB yetkililerine ve Avrupalı politikacılara Türkiye'nin stratejik öneminin AB için bir değer taşıyıp taşımadığını" sorduğumuzda aldığımız yanıt (bir keresinde eski AB Komiseri Günter Verheugen'in de kullandığı ifadeyle) "AB'ye üye olacak ülkenin kriterlere uyması esas alınır, yoksa stratejik konumu değil. Biz NATO değiliz" şeklindeydi.
Stratejik nedenler
BUGÜN AB'nin kriterlerinin yanı sıra -dünkü konuşmalarda da dile getirilen - stratejik açılımların, ekonomik potansiyelin, (bu arada enerji güvenliğindeki rolünün) ağırlık kazanmaya başladığı görülüyor. Bu ağırlığı hissedenlerin çoğu Türkiye'nin mutlaka "Avrupa'ya kazanılması" gerektiğini savunuyorlar. Bir katılımcının deyişiyle, "Türkiye'nin AB'ye katılması değil, AB'nin Türkiye'ye katılması gerekir..."
Kuşkusuz Fransa'da -ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde- farklı argümanlarla Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkanlar var. Ancak son zamanlara Türkiye'yi savunanların sesinin daha gür çıktığı açık. Bunda da Türkiye'yi -bir "eksen kayması" ile- "kaybetmek" kaygısının veya daha doğrusu "önemine binaen" onu "kazanmak" arzusunun büyük payı var...
Kaynak: Milliyet