Bu ay Türkiye'de düzenlenecek seçimler, 'ulusun ruhunun bir savaşı' olarak tarif edildi. Ancak savaş, bazılarının inandığı gibi, laiklik ve İslam arasındaki bir savaş olmaktan ziyade, bir yanda özgürlük ve demokrasi güçleri ile diğer yanda otoriter güçler arasındaki gerçek bir çatışmadan ibarettir.
Seçimlerden çıkan sonuç, Türkiye'nin, beş yıl önce Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından rotası çizilen modernleşme sürecine devam edip etmeyeceğini ya da bir silah namlusu aracılığıyla elde edilen gücün bu rotayı saptırıp saptırmayacağını ortaya koyacaktır. Devlet ile vatandaş arasında, Türkiye'nin Müslüman mirası ile laik politik kültürünü barıştıran yeni bir uzlaşı temelinde çözüm olacak mı; yoksa askerî güçler insanların kendi hükümetlerini seçme hakkını gasp edip hükümetin halka hizmet etme yetkisinin altını mı oyacak?
Nisan ve mayıs ayında Ankara'da düzenlenen gösteriler, radikal İslam hayaletini demokratik süreci tuzağa düşürmek gerekçesi olarak ortaya çıktı. Ancak bu hükümeti radikal İslam sıfatlarıyla yaftalamak gerçeklerden kaçmak demektir. Oysa hükümet, açık bir biçimde ve ağır bir bedel de ödeyerek demokrasiyi koruma sürecine kendini adamış durumda ve İslamcı etiketi yemiş partileri hakkındaki yanlış algılamaları gidermek için de somut adımlar atmakta. Bugüne kadar laiklik hep ordunun Türk devletine sağladığı destekle korunmuştu; ancak bugün demokratik yollardan seçilmiş ve din ile korkutmaya ihtiyacı olmayan laik bir hükümet görüyoruz. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Avrupa Birliği üyeliği yönündeki cesur adımları, özellikle de yasal reformlar alanında, demokrasiye dair tüm şüpheleri dağıtmalı.
1980'lerin başından beri, Türk politikaları güçlü bir devlet ve zayıf bir sivil toplum ile tanımlandı. Bireylerin hakları, merkezci bir vizyon benimsedikleri sürece toleransla karşılandı. Bu süreç sırasındaki seçimler, politik yelpazedeki yıkıcı muhalif gruplar tarafından alınan acımasız önlemlerle gölgelendi. Ancak, 2002 yılındaki parlamento seçimleri bir mihenk taşı oldu ve bu tür demokrasi karşıtı uygulamalar, son gelişmelere kadar, tarihin tozlu sayfaları arasına gömüldü. Demokratik sürece bağlılık, insanların iradesinin ekonomik politikalarda ses bulduğu, sosyal refahın geliştiği ve Avrupa ile daha büyük bir entegrasyon aracılığıyla, Türk politikalarında örnek bir değişimi işaret etmektedir. Ordunun müdahale tehditleri ile aleni bir zıtlık içinde, Türkiye'nin liderleri reformlara bağlılık ve net bir kararlılık gösterdi.
Bir askerî darbe düzenlemenin çeşitli ve vahim sonuçları olurdu. İhtiyaç olan şey, Cezayir'deki yönetim günahlarını yeniden canlandırmak değildir. Türkiye'deki anayasal koşullar, seçim sürecinin sabote edilme ihtimalini azaltmakta. Türk halkı böyle bir şey yapılırsa bunu hafife almayacaktır. Böyle bir durumda, Avrupa Birliği ile müzakereler derhal biter, Türkiye'nin dışlandığını görmekten mutlu olacak hükümetler de tatmin olur. Türk ekonomisindeki olağanüstü büyüme hiç şüphesiz yavaşlar. Ve hiç şüphesiz, Doğu ve Batı arasında İstanbul'da kurulan medeniyetler köprüsü de yerle bir olur.
Sıkıntı yaratan bir diğer husus da Türkiye'deki Müslüman demokratların ve Müslüman dünyasının beklentilerine ihanet edilmesi olurdu. Endonezya gibi, Türkiye'de Müslüman politikalar ile demokrasi arasındaki uyumu gösteren bir örnek vaka olarak değerlendiriliyor. Bu, uluslararası alanda onuru ve Müslüman çıkarını perçinleyen bir gelişme ve barış göstergesidir. Radikaller, bir darbeyi Batı'nın Müslüman dünyasında özgürlük ve demokrasi çağrısında bir ikiyüzlülüğün kanıtı olarak kullanacaktır. Ilımlılar da bölgede zemin kaybedecek, radikalizm güçlenecek, Irak'taki durum bozulacak ve Arap-İsrail krizinin çözümü başarısızlıkla sonuçlanacaktır.
Kaynak: Zaman