'Başarısızlığın İslamileştirilmesi'nden 'yaratıcı kaos'a

İslam dünyasının "entegre edilmeyen boşluk" olarak algılanıp bir şekilde küresel sisteme dahil edilmek istenmesi için düşünülen "başarısızlığın İslamileştirilmesi" 1990'ların sonlarına doğru Refahyol hükümetiyle denendi. Fakat elde edilen sonuç dolayısıyla kısa süren Refehyol hükümetiyle terk edildi. Sebebi basitti: Evdeki hesap çarşıya uymadı.

Başbakanlık koltuğuna geçen Prof. Necmettin Erbakan, içeride dış denetim altındaki ekonomiyi iyileştirmek için "denk bütçe" yaptı, kamuya ait kredi ve borçları da bir araya getiren "havuz sistemi"ni geliştirdi. Dış politikada da önemli bir adım atarak D-8'leri kurmayı, yani 8 çekirdek İslam ülkesinden (Endonezya, Malezya, Pakistan, Bangladeş, İran, Türkiye, Mısır ve Nijerya) müteşekkil bir İslam Birliği projesi geliştirdi ki, bu iki tatbikat 28 Şubat 1997'de adına "postmodern darbe" denen askeri müdahaleye zemin ve gerekçe hazırladı. (Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Göçün ve Kentin Siyaseti, MNP'den SP'ye Milli Görüş Partileri, İstanbul-2009, s. 223-533 arası.)

Doğrudan İslamcı partileri başarısızlığa uğratıp, arkasından daha belirgin laik ve batıcı partileri iktidara getirme projesi başarısızlığa uğrayınca bu sefer çarnaçar belli belirsiz restorasyonlara başvurarak askeri faktörlere dönüldü. Sözde yeni anlayışa göre, yine askerlerin merkezde olduğu devlet; devlet aygıtının, iktidar seçkinlerinin öncülüğünde İslam toplumlarının sisteme dâhil edilmesi düşüncesi korunacaktı, ama zaman içinde askerler Batı'yla uyum sağlayarak ilerleyeceklerdi. Bunda da başarılı olunamadı. Çünkü İslam dünyası ağırlıklı olarak askeri diktatörlüklerle yönetiliyordu, askerler kendi yöntemlerinden vazgeçmeye hevesli değillerdi, kendilerini yeni duruma göre geliştiremiyorlardı. Batı dünyasından anlayış gördükçe Saddam Hüseyin ve Hafız Esad gibi diktatörler ülkelerinin tepesinde balyoz gibi duruyorlardı.

Baas partileri bölgenin, en radikal laik partileri olarak sahneye giriş yapmışlardı. Sosyalizm ve Arap milliyetçiliği onların ideolojisiydi, bundan da bölgesel bir Nasyonalizm türemişti. Deneysel olarak bilindiği üzere böylesi diktatörleri uzun süre sistem içinde tutmak kolay olmaz. Nitekim Batı'yla uyumlu olarak İran'a karşı sekiz sene savaş açan Saddam, kendini mahallenin yegane ve denetimsiz kabadayısı zannederek bir anda sistem dışına çıktı, çıkmakla kalmadı, meydan okudu ve tabii bu da sitemi rahatsız etti. Tarihte yaşanmış örneklerden biliyoruz ki, toplumlar uzun süre diktatörlüklerin ve otokrat rejimlerin inisiyatifine bırakıldığında, zaman içinde diktatörlükler rejimleri yozlaştırıyor; öte yandan hem iç sorunlarını çözemiyorlar -çözmek bir yana, bir süre sonra terör ve radikalizm üretiyor- hem de sisteme bir maliyet olarak geri dönüyorlar. Kısaca diktatörlükler ve diktatörler çözüm değildi.

İşte bu durum "yaratıcı kaos" fikrini öne sürenlerin hareket noktasını teşkil etti. Buna göre Müslüman toplumlar ne kendi başına bırakılır ne de salt devlet ve asker gücüyle sisteme dâhil edilebilir. Çünkü zamanla buralarda başka problemler çıkmaya başlıyor. O halde madem burası entegre edilmeyen bir boşluktur, enerji kaynakları ve enerji nakil hatlarının yoğunlaştığı problem alanıdır; öyleyse küresel güç, bizatihi kendisi bölgeye askeri güçle müdahale etmeli, bütün geleneksel-yerleşik taşları yerinden oynatmalı, gerekiyorsa toplumsal yapıları hallaç pamuğu gibi atmalı, sonra bildiği gibi bölgeye bir düzen vermelidir. İç dinamiklerle değişme kabul etmeyene, dışarıdan mekanik olarak müdahale edilebilir. Küresel sistemin selameti bunu gerektirir.

Söz konusu işlem bir binayı yıkıp yeniden inşa etmek gibi şeye benzer. Bugüne kadar takip edilen doktrinler birer restorasyon faaliyetinden ibaretti. "Yaratıcı kaos" veya "yaratıcı yıkım" doktrini bunun ötesinde, yıkmayı, parçalayıp tarümar etmeyi öngörmektedir.

Doktrinin iki yöntem takip ettiğini söylemek mümkün: Biri "soft", yani daha sofistike, rafine olan yöntem; diğeri de "hard" diyebileceğimiz kaba, sert, dışardan müdahaleyi hedefleyen yöntem. Her iki yöntem de gündemdedir, savunucuları ve finansörleri vardır. Küresel sistemin kalbinde değişen iktidar kadrolarına göre uygulanırlar. Örneğin ilkinin savunucusu meşhur Yahudi asıllı spekülatör Soros ve ekibidir. Hard dediğimiz yöntemi ise Neoconlar savunmup uygulamaktadırlar. İlkinin uygulama alanı Türkiye, Mısır ve kısmen İran'dır, ikincisinin uygulama sahası Afganistan ve Irak'tır.

Neoconların düşüncesine göre, sisteme entegre olamayan bu boşluğun ilacı doğrudan askeri işgaldir. İşgalle her şeyi yakıp-yıkacaksın ve yeniden yapıp, düzen vereceksin. Soros ve ekibine göre ise, zor kullanmak çare değildir. Evet, köhnemiş bina yıkılacak, fakat içeride yaşayanların eliyle yıkılacak; bırakın içerden yıkılsın. "Açık toplum teorisi" bunun bir sonucu teşekkül etmiştir; fikir babası da Karl Popper'dır. Popper'in, "Açık Toplum ve Düşmanları" adlı iki ciltlik kitabı bu doktrinin teoik zeminini döşemektedir.