Önceki hafta içinde Konya’da Selçuk Üniversitesi (SÜ) İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından düzenlenen Barış Hakkı temalı II. Uluslararası Din ve İnsan Hakları Çalıştayı’na katıldım. Doç. Dr. Nezir Akyeşilmen’in Çalıştay’a davet için yazdığı mektup, insan hakları ve insanlık onuru ile ilgili evrensel ilkelerin sadece seküler bir anlayışla değil, aynı zamanda ahlaki ve dini bir düşünce ile ele alınmasının gereğinin altını çiziyordu.
Çalıştayda savaşları doğuran ve barışı engelleyen şartlar ayrıntılı olarak tartışıldı. Savaş, çeşitli hırs ve ihtirasların yanı sıra konuşamaz hale gelmenin de eseri bir kriz hali. Konuşamıyor, konuşmak istemiyor; söz bitmiş, sözü bitirmiş, umudu yok, yıkımdan menfaat umuyor. Aslında verili kültür savaşı normalleştiren, normal gösteren gerekçe ve açıklamalarla başka türlü düşünmenin önünü kapatıyor. Süren savaşların ne kadarı zorunlu kalınan savaş olarak görülebilir? Bitmiş savaşların hangisi bir sorunu çözmüş olarak bitti?
Sürüp giden savaşlarda Müslümanların katılım ve kurban olma oranı ayrıca düşündürücü. Zulme maruz kalmışlık yadsınamaz bir sebep, gelgelelim açılan savaşlar çözüme götürecek yerde nifak sebebi oluyor. Adaletsizlik konusunda duyarlı genç Müslümanlar medya kanalıyla öne çıkarılan örgütlerin kurduğu savaş halkalarına katılıyor. “Bugün Müslümanların sorunları düşünce yerine silah ve güce dayanıp güvenmekten kaynaklanıyor” diye yazıyor Cevdet Sait. Sürekli bölünüp parçalanmaktan yana söylemlerle süren kitlesel cinayetler yüzünden de vahdeti, Tevhid’i hatırlatmak bir sorumluluk.
Çoğu kez hepimiz bir savaşın hakiki sebeplerini geliştirmeye hayat tarzımızla katılıyoruz. Enerji savaşları patlak verdiğinde bu konuda tasarrufa gitmeyi aklına bile getirmeyen, tersine alabildiğine savruk davranan kişi kendi durumunu düşüncesizce bir iyimserlikle nasıl barış yanlısı olarak tarif edebilir? Öte yandan barışı savunmanın kendi içinde anlamsız bir tatmin üretmekten öte gitmeyen bir edilgenlikle, her zulmü sineye çekeceğini gösteren bir suskunlukla izah edilemeyeceği de açık.
Barışta ısrarın haklılık payı yadsınamaz bir gerekçesi var: Savaşın kurbanları ağırlıklı olarak her zaman toplumun mustazaflarından oluşuyor. “Kandahar Seferi”ni Muhsin Mahmelbaf’ın kendi kendinin oryantalisti (self oryantalist) olmaya yöneldiği ilk film olması itibarıyla eleştirmiştim. Ancak filmin Afganistan semalarında ve zeminlerinde uçuşan protez ve parçalanmış bedenleri gösteren sahneleri sıklıkla gözlerimin önünde canlanıyor. Otuz yıldan sonra Afganistan’ın savaşlarla neyi kazandığını sorduğunuzda alacağınız cevaplar işte o protezli hayatlar, alıp başını giden kabristanlar ve “isimsiz şehitler” nedeniyle yetersiz gelmeye devam ediyor. Kirli ses ve görüntü tekniği savaşın asıl kurbanlarının kimler olduğu gerçeğini gizliyor. Nifak sebepleri de azalmıyor, artıyor.
Konu açıldığında savaş yanlıları her zaman dünyanın savaşa ihtiyaç duyduğunu, savaşla dengede durduğunu, savaşsız bir dünyanın da hayal olduğunu savunacaklardır. Zıtlıkların bir savaş sebebine dönüşmesi sadece bir imaj kampanyasıyla ilgili görünüyor bugün. Geçmiş yüzyıllarda inanç ve fetih amacı güden savaşların yerini ardımızda bıraktığımız yüzyıldan itibaren kazanç ve iktidar alanını genişletme savaşları aldı. Protezler, muhacirler, mülteci kampları, yurdunu terk etmek zorunda kalan ihtiyarlar ve bebekler, belirsiz bekleyişler, bitimsiz bir yas, kuşaklar boyu süren mültecilik, oto yollarda dilenen aile manzaraları… Yüreği iyilik dolu, insaflı, hakkaniyet sahibi hiçbir insan barış hakkını hafife almaya sevk eden kirli ses ve görüntü perdesinin arkasında neler olup bittiğini sorgulamadan edemez.
Ve barış öncelikle kendi aramızda gerçekleştiği oranda etrafını ikna eden bir başarı. Barış Hakkı Çalıştayı, aynı günlerde başlatılan “Barışa Bak” Kampanyası’nın da altını çizdiği gerekçelerle çözüm sürecinin layıkıyla yürümesinin gereklerine yoğunlaşmıştı. Akil İnsanlar heyetiyle Diyarbakır’da çeşitli kesimlerle konuşmalar yapan Yılmaz Ensaroğlu’nun konuşmasından aldığım notlardan birkaç cümle şöyle: “Halk savaştan yorgun düşmüş durumda ve sorunların silahla çözümlenmeyeceğine herkes inanıyor. Bununla birlikte hâlâ Türk’ü Kürt’ü, örgütü partisiyle, süreci karşındakinin bileğini bükerek götürmeye çalışıyor. Ayrılma yanlısı elitler var, ancak Diyarbakır sokaklarındaki sade vatandaş ayrılma sorusunu yadırgıyor."
Rober Koptaş tarihi her kesimin kendi tezlerine göre okuduğunu, Kemalizmi eleştiren dindarların da tarih okumalarının ulusalcı Kemalist bir bakıştan bağımsız olamadığı görüşünü dile getirdi konuşmasında. Koptaş “Ermeni özrü”nü şöyle yorumladı: “Türkiye şartlarını bildiğim için Ermeni Özrü'nün kıymetini biliyor ama daha adil bir yaklaşımı da arıyorum.” İnsan empatiyle değişebilir, öğrenmeyi sürdürerek gelebilir Koptaş’a göre. Bu konuda verdiği örnek şöyle: “10 yaşındayken sevap sandığı için kiliseyi taşlayan çocuk elli yaşındayken aynı kiliseyi tamir edebiliyor.”
Bir zamanlar yasaklı olan dil şimdi bir çalıştayın yapıldığı salonda konuşulan dillerden biri olarak yükseliyor. Benimle aynı oturumda konuşan Müftü Selahattin Yılmaz konuşmasında Kürtçe konuşmayı tercih etti. Oturumun yöneticisi Zeynep Dağı’nın yorumuyla, “anne dili” sıcaklığı ve güveniyle konuştuğu hissediliyordu. Yılmaz Kürt sorunun asıl olarak adalet eksikliği, insanca muamele görme sorunu olduğu görüşünü dile getirdi ve Anayasa’nın asimilasyona izin veren maddelerinin değişmesinin gereğinin altını çizdi.
Barışla adalet, barışla hakkaniyet arasında bir bağ var. Ben konuşmamda adil olabilmek için barış diline, barış dilini geliştirmek için ise adil yargılara ihtiyacımız olduğunu vurguladım. Ergun Yıldırım, adil ekonomik paylaşım ve çoğulculuk gerçekleşmediğinde dini doğru temsil etmiş olamayacağımızın altını çizdi. “Onu olduğu gibi tanımak, o kendisini nasıl tarif ediyorsa öyle kabul etmek atılması gereken bir adım.” Ayhan Bilgen, Alevilik bağlamında gündemde olan meselelerin çözümünde Alevileri tanıma yerine tanımlamaya dönük yaklaşımdan vazgeçilmesi gerektiğini anlattı ve inanç gruplarını uzak bir mesafeden kendi tanımlarına sığdırmak yerine birlikte oturup konuşmaya duyulan ihtiyacın üzerinde durdu.
Peygamberimiz (sav) Medine’ye hicret ettiğinde sürekli savaş hali içinde bulunan, sonuncu savaşları 120 yıl yıl sürmüş Evs ve Hazrec’i nasıl barıştırdı? Irk, köken, sınıf dışında toplumu kucaklayan ve insanlara onurlandırıcı bir kişilik bahşeden asli değerleri öğretti, hatırlattı. Savaş sebebi olmaya yorulacak zıtlıklarla malul bölgemizin işte böylesine model teşkil eden hatırlamalara sürekli ihtiyacı var. Türkiye’ye bu alanda düşen rolü konuşmam sırasında aktardığım Mesut Bostan’a ait şu cümleler çok iyi anlatıyor:”Türkiye muhtemel bir güç odağı olduğu için değil, güç odaklarının karşılaşma alanını oluşturduğu için önemli. Bu yüzden bütün güçlülük, proaktiflik retoriğine rağmen geçerli ve etkili siyaset barışa dönük olmalı. Dolayısıyla Türkiye çatışmalara dahil olarak değil dışında kalarak etkin bir role sahip olabilir, böyle bir etkinlikle kendini var kılabilir. “
Yeri geldiğinde zulme karşı, zalime karşı savaş zorunlu hale gelebilir; ancak bu son seçenek olmalı. Savaş boyunca Boşnakları acımasızca katleden Sırp ve Hırvatlara karşı “misli mukabele” yapılmasını önerenlere, “Biz savaşı haklılığımızla kazanacağız” dedi Aliya ve bugün bu tercihiyle bilge öncü olarak hatırlanıyor. Hikmetli bir tavır sergilemişti, çünkü güçler dengesinin farkındaydı. Kendi halkının imkânlarının ve sınırlarının bilincindeydi. Ve kuşkusuz Asrı Saadet’in barış ve savaş paradigmalarını çok iyi çözümlemişti.
Yalnızca keyfi güç karşısında sinmemeyi öğreten bir donanım barışın ve adil düzenin temelini oluşturabilir. Savaş tacirleri barışın aleyhine kurgulanan kirli ses ve görüntü perdesinin kalınlaşması için elinden geleni yapıyor. Ancak bizim ayrışmaya değil kaynaşmaya çatışmaya değil hasbihale ihtiyacımız var. Barış Hakkı Çalıştayı’nın sonuç bildirgesinin ortaya koyduğu gibi barış dili barış süreçlerinin devamlılığı ve gelişimi için vazgeçilmez bir unsur. Barış ancak çaba gösterdiğinizde bir bağış olarak size verilir.