Barış için ille de acı çekmek gerekmiyor

'Son teröristi öldürünceye kadar' söylemi, barışa yatırım değildir

Adına ister demokratik açılım, ister Kürt açılımı, ister barış açılımı deyin, Erdoğan hükümetinin başlattığı açılım bölgede büyük bir umut dalgası kabartmış durumda.
Daha fazla kan ve gözyaşı dökülmesin, artık dağdan ölüm haberleri gelmesin diyenler ve silahla şiddetin çıkmaz sokak olduğunu çoktan anlayanlar gözlerini Ankara'ya dikmiş bekliyorlar.
Umutlu bir bekleyiş bu.
Ama aynı zamanda kaygı ve tedirginlik de var bu bekleyişte. Çünkü, bu umut verici sürecin 'sabote edilmesi'nden korkuluyor.
5 günde 1500 kilometre yaptık.
Her durakta aynı şeyi gördüm.
Hava Kuvvetleri Komutanlığının 30 Ağustos'taki devir teslim törenindeki o söz, "Son terörist ölünceye kadar mücadele sürecek!" sözü bölgede umutsuzluk ve güvensizliği körüklemiş durumda.
Cuma günü Genelkurmay Başkanlığı tarafından da tekrarlanan bu söylemin barışa yatırım olduğunu sanmıyorum. Güneydoğu'da nereye gittiysek, bu söze büyük tepki vardı.
Biliyorum şimdi denecek ki:
"Ne var yani, devlet kendine silah çekenle mücadele etmeyecek mi?"
Edecek tabii.
Ama iş bununla bitmiyor ya da bu kadar kolay değil. Bu mesele öyle ezberci yaklaşımlarla bitmez.
Nitekim bitmedi de.
Çeyrek yüzyıldır bu ezberci yaklaşımlardır, devletin ve siyasal iktidarların Kürt sorunu ve PKK politikalarına damgasını vuran...
Sonuç ne oldu?
Dağın yolu kesilebildi mi?
Hayır.
Dağa çıkışlar engelenebildi mi?
Hayır.
PKK dağdan temizlenebildi mi?
Hayır.
PKK'nın şehirlere siyaseten nüfuz etmesi önlenebildi mi?
Hayır.
PKK'ya dayanan güçlerin Güneydoğu'da belediyeleri halkın oyuyla kazanmaları önlenebildi mi?
Hayır.
PKK'nın şehirlerde sivil toplum kuruluşlarını örgütlemesine set çekilebildi mi?
Hayır.
PKK'ya yönelik olarak Kürtlerde yer etmiş destek ve sempati azaltılabildi mi?
Hayır.
On yıldır hapiste olmasına rağmen Öcalan'ın hem PKK'daki, hem Kürt kitlelerindeki etkisi kırılabildi mi?
Hayır.
Ve çeyrek yüzyıldır dağda PKK'lı öldürmüyor mu devlet?.. Askeri yönetim dönemlerinde, sıkıyönetimlerde, olağanüstü hallerde işkencelerden faili meçhullere kadar her türlü baskı ve zulüm uygulanmadı mı Güneydoğu'da Kürt insanına?..
Peki, değişen ne oldu?..
Bakın, tekrar tekrar yıllarca aynı şeyi yapıp, değişik bir sonuç beklemek, akıllı insan işi değildir. Bu mesele artık elde silah, 'öldürmek'le çözüm yoluna girmez. Dağın yolu böyle kesilmez, kesilemez.
Geçmişin dersi budur.
Dağda öldürdüğünüz her PKK'lı, şehirden dağa çıkacak yeni PKK'lıların yolunu açar. Dağda öldürdüğünüz her PKK'lı, örgütün kitleler nezdindeki destek ve sempatisini arttırır.
Bu yalın gerçeği görmeden, hissetmeden bu ülkede barışın yolu açılamaz, Kürt sorunu çözüm yoluna sokulamaz.
Devlet, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana gelen ezberleriyle, klişeleriyle bu sorunu içinden çıkılmaz hale getirdi. Devlet, kendini Kürtlere böyle yabancılaştırdı.
Ve bu yabancılaşmada asker belirleyici rol oynadı. Çünkü bu alanı, Cumhuriyet'in kuruluşundan beri 'sivil siyaset'e kapattı, Kürt sorununu kendi tekeline aldı.
Tunceli ya da Dersim'deki gibi 'tenkil' siyasetiyle, Kürtlerin dilini, kimliğini inkar eden asimilasyon siyasetiyle ve bir tek 'sopa'yla, aş ve işle bu meselenin üstesinden gelineceğini sandı devletle asker...
40 bin kişi öldü.
Çözüldü mü?
Tek kelimeyle hayır.
Eğer 'bölücülük' diyorsanız, bölücülüğü asıl körükleyen, yani Kürtleri bu topraklarda küstüren, askerin damgasını vurduğu devlet politikalarıdır.
Artık kafayı değiştirmek lazım.
Kürtlere el uzatmak, aralarına girip onları anlamaya ve dertlerini hissetmeye çalışmak, kendinizi onların yerine koymaya gayret etmek şart.
Başka türlü anlayamazsınız.
Kürtleri de, sorunu da anlayamazsınız bu güne kadar süregelen tutumunuzla...
Dikenli tellerin, kum torbalarının arkasına ya da fil dişi kulelere çekilerek, yani toplumla her türlü teması keserek ve de toplumsal ve siyasal gerçeklerle hiç bir ilintisi kalmamış, günlük deyişle cılkı çıkmış bir takım ezber ve klişelerle düşünürek bir yere varamazsınız.
Bugüne kadar varamadınız.
Bundan sonra hiç varamazsınız.
Elbette PKK'nın da, DTP'nin de yanlışlar var. Arabayı atın önüne koymaya çalışan gerçekçilikten kopuk yönelişleri var. O saflarda da 'barış süreci'ni sabote etmek isteyen güçler var.
Ama hakim eğilim barıştan yana, silah ve şiddetten değil. Ben bunu mayıs ayı başında Kandil'de de gördüm, Güneydoğu'daki son beş günlük gezimde de...
Bu yüzden Erdoğan hükümeti eğer Ankara'da gerekli 'siyasal irade'yi gösterebilirse, Türkiye'nin çok ihtiyaç duyduğu barış açılımı devam eder.
Bu bir 'süreç'tir.
Zaman, sabır ve siyasal kararlılık isteyen bir süreç. Bugünden yarına bu mesele çözülmez. Kolayından zoruna doğru akacak bu sürecin kırılgan olduğunu bilerek yola çıkılması lazım.
Şimdi ne mi yapmalı?
Parmakları tetikten çekerek, dağda silahların sustuğu bir ortamda 'barış açılımı'na devam etmektir en iyisi...
Beş gün yollardaydık.
Şemdinli çıkışında, Yüksekova'ya doğru kıvrılırken bir kontrol noktasında, hani fidan gibi derler ya, öyle gencecik askerler ile ayaküstü eğlenceli bir sohbet yaparken, "Yazık değil mi bu canlara" diye geçti içimden...
Ve dört çocuğunu dağda kaybetmiş Hayriye Ana'nın barış hasreti çeken o sesi kulağımdan hiç gitmedi gezi boyunca:
"Barışa emanat olun!"
İyi pazarlar!

 

 

Kaynak: milliyet