Ortadoğu'da olup bitenlerin görünen bir resmi var: Askeri diktatörlüklerin, tek parti iktidarlarının yahut hanedan saltanatlarının büyük hapishaneye çevirdikleri ülkelerine kilitledikleri geniş halk yığınları... Kitlelerin bu üzerlerine kilitlenen kilidi kırmak için irade gösterdiklerinde ortaya çıkan zorbalık... Bu zorbalığın bölge dışı ve bölge içi dinamiklerinin müdahalesinin devreye girmesiyle sadece korkunç acılar çıkmıyor ortaya; aynı zamanda siyasetin tükenmişliği, toplumsal yapının kimyasının bozulması, hafızanın elden gitmesi söz konusu...
Benzer durumları yaşayan Balkanlarla karşılaştırma yapan S. Seyfi Ögün Yeni Şafak'taki dünkü yazısında dikkat çekici olarak, Balkanları Roma toprağı olarak Yakındoğu coğrafyası içinde sayıyor. Balkanlar ve Ortadoğu korelasyonu kurulacaksa buna ilaveten son sahici imparatorluk olarak Osmanlı bileşkesinden okumak gerekecek. Yoksa siyasal tarihlerinde birbirine benzer yanlar bulunsa da iki coğrafya arasında derin ayrılıklar var.
Hatırlatmakta yarar var, Osmanlı-Avrupa sınırı aynı zamanda bir Ortodoksluk ve Katoliklik sınırıdır. Ortodoks Hıristiyanlığı ile Katolik dünya arasındaki çizgi Osmanlı-Batı çizgisini de belirler. Balkanların Ortodoks karakteri Osmanlı sonrasında daha da baskın hale geldi. Ancak Hıristiyan olmasına rağmen Balkanlar Avrupa'nın bir tür ötekisi oldu hep. Derin mezhep ayrımını, Osmanlı etkisi ve sonra da Sovyet bloğunda kalış serencamı iyice pekiştirdi.
Ne var ki, Balkanlar 'Avrupa'nın ötekisi' muamelesi görürken, Balkan uluslarının kendi içinde de başka ötekileştirmeler icat edildi. Ortodoksluğun egemen olduğu bu coğrafyada Müslüman nüfus ötekileştirildi. Bu durum sadece Müslüman nüfusun azınlık olduğu bölgelerde değil, her şeye rağmen çoğunluğun korunduğu siyasi birimler için de geçerli oldu.
Soğuk Savaş sonrasında bu durum değişir gibi görünse de Bosna, Kosova örneğinde olduğu gibi sancılı bir süreç yaşandı; Batı'nın bakışıyla Müslümanlara 'ötekinin ötekileştirdiği' bir ilişki düzeyi reva görüldü.
Ortadoğu'da ise Osmanlı sonrasında, genellikle azınlıkların çoğunluğa göre avantajlı olduğu bir siyasal ve elitler arası dengeler düzeni kuruldu. Bu azınlıkların itibar görmesi, sadece Lübnan'daki gibi Batı'ya kültürel anlamda yakın olan Hıristiyan nüfusun kollanması örneğinden maada, Müslüman nüfus içinde etnik ve mezhebi anlamda azınlık kartına oynanan bir dengeyi işaret ediyor.
Askeri diktatörlük, haneden ya da parti diktatoryası modeline göre bu azınlık unsurlardan biri öne çıkarıldı. Irak'ta Sünni azınlık Şiilere, Suriye'de Nusayri azınlık Sünni çoğunluğa, Mısır, Tunus ve Cezayir gibi ülkelerde da askeri diktatörlüğü elinde tutan Batıcı seçkin azınlık çoğunluğun değerlerine rağmen iktidarı elinde tuttu. Yani bir bakıma Ortadoğu'da siyasal anlamda ötekileştirilen çoğunluğu temsil eden kesim oldu. Bu tür bir siyasal tasarımın bölgenin sosyolojisi üzerinde nasıl bir deformasyon yaptığının acı sonuçları, şu an yaşanan cinnet halinde ortaya çıkıyor.
Balkanlarda Osmanlı sonrası, özellikle Soğuk Savaş döneminde, siyasal, bürokratik bir yapı inşa edilmiş görünse de bu yapı sosyolojisi derin bir bölünmeyi tetikleyecek özellikteydi. Etnik ve dini azınlıklar sistemin çökmesiyle cinnet halinde birbirine karşı kanlı bıçaklı olmaya hazırdı. Ve nitekim 1990 sonrası yaşanan durum da tam bu haldi.
Ortadoğu'da ise yaşanan cinnet hali bunun tam tersi nedenlerle uç gösteriyor. Katı devlet görünümlü yapılara rağmen siyasetin olmadığı bir coğrafyada kanlı boğuşmayı engelleyen toplumun sosyo-kültürel yapısıydı. Hatta şu bile söylenebilir; bu bölgede ortaya çıkan cinnet hali, siyaset alanını işgal eden siyaset öncesi azınlıkçı yapılardır.
Batı'nın siyasete müdahalesi kalktıkça toplumsal dinamiklerin devreye girerek siyaseti oluşturması beklendiği noktada, yeni ötekileştirici müdahale, siyaset mühendisliği, üstelik bedeli kanla yazılan sekter ve etnik bölünme, tüm coğrafyayı ateşe yuvarlıyor. DEVAMI>>>