Geçen sene tuttuğum Kosova notlarından okumaya devam edelim…
* * *
Sultan Murad'ın aziz hatırasını bekleyen Saniye Türbedar hanımefendi, "Ailece beş asırdır buradayız evladım. 1912'ye kadar her şey çok güzeldi, Osmanlı gidince işler bozuldu" diye anlatmaya başlıyor.
Sultan'ın yanında medfun atalarından yadigâr türbedarlık vazifesini yerine getirmekten şeref duyduğunu, lakin maaşının Türkiye tarafından değil de Kosova hükümeti tarafından ödenmesini "rasyonel" bulmadığını söylüyor.
"Biz burada kimi bekliyoruz? Burası Türkiye'nin değil mi? Ben de Türkiye'nin memuru olmalıyım" diyor.
Muhammed Aruçi öyle düşünmüyor ama.
Şöyle düşünüyor:
Osmanlı mirası sadece Türkiye'ye ve Türklere ait olmayıp, Kosova'nın ve genel olarak Arnavutların da sahiplenmesi gereken bir mirastır…
Kosova Fatihi Sultan Murad Hüdavendigar sembolü de ortak bir sembol olup, Kosova'nın Müslümanlara vatan oluşunu temsil etmesi bakımından Müslüman Arnavutlar için hayati derecede önemlidir; öyle ki, bağımsızlık ilanına hazırlanan Kosova devleti, Sultan Murad'ın türbesini "bağımsızlığın ve egemenliğin resmi sembolü" ilan etmeye de hazırlanmalıdır...
1389 Kosova Savaşı'nda Sırp ordusunu yenerek Osmanlı'ya Avrupa'nın kapılarını açan / "cihan devleti"ne dönüşüm sürecini başlatan sevgili sultanımıza Cenâb-ı Hakk'tan ganî ganî rahmet ve onun soylu davasına diriliş niyaz ediyor, sonra güzel teyzemiz Saniye Türbedar'ı katıksız bir hürmetle tekrar tekrar selamlayıp başkent Priştine'ye hareket ediyoruz.
Priştine'de bir otelin bahçesinde bizi Kosova Müftüsü Naim Tırnava bekliyor.
Naim Efendi düşünceli.
Naim Efendi dalgın.
Naim Efendi'nin zihni uzaklarda bir yerde.
"Ne oldu?" diye soruyor Muhammed Aruçi.
Yeni bir savaş endişesinden bahsediyor Naim Efendi: "Birleşmiş Milletler, önümüzdeki Aralık ayında Kosova'nın nihai statüsünü ilan edecek. Eğer bağımsızlık kararı verilmezse veya Mitrovitsa'sız bir Kosova'nın bağımsızlığına karar verilirse, savaş çıkar."
Mitrovitsa meselesi uzun hikâye…
Bir de misyonerlik bombardımanı var Naim Efendi'yi kara kara düşündüren; o daha uzun hikâye…
Milleti kasıp kavuran diz boyu yoksulluk da cabası…
"Sorunuz var mı?" diye sorduğunda Hayat'u-s Sahabe'den bir sayfa açıyoruz:
"Bir sahabi, yolda giderken karşılaştığı başka bir sahabiye 'nasılsın' diye sormuş. O da 'şu kadar altın borcu olan bir adam nasıl olursa öyleyim' demiş. Bu cevap üzerine soruyu soran sahabi hemen evine koşmuş, o miktarda altın alıp getirmiş ve adama vermiş. Sonra da, 'Vallahi bir daha kimseye "nasılsın" diye sormayacağım' demiş… Ya cevabınızın altından kalkamazsak, sorumluluğumuzu yerine getirmezsek diye korktuğumuz için size soru sormaktan imtina ediyoruz."
Naim Efendi gülümsüyor; "Rahat olun" diyor, "sizin bize hiçbir borcunuz yok. Aksine biz Arnavutlar size borçluyuz. Sayenizde Müslüman olduk elhamdülillah, daha ne olsun?"
Soru sormadık, ama yükümüzü yüklendik.
Kardeşlik hukuku bütün ağırlığıyla üzerimize çöküyor.
TİKA burada, İHH burada, daha birçok resmi ve sivil kuruluşumuz dayanışma için burada; ama yetmiyor işte, yetmiyor!
Kosova'nın selameti -ve Bosna Müslümanlarının, Makedonya Müslümanlarının, Bulgaristan Müslümanlarının, Batı Trakya Müslümanlarının selameti… Kuzey / Güney Kafkasya Müslümanlarının selameti… Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin, Filistinli kardeşlerimizin selameti… hülasa; işgallerden / kuşatmalardan / asimilasyon politikalarından mustarip bütün mazlum Müslüman halkların selameti- müstakil İslam ülkelerinin oluşturacağı ortak bir 'cephe'ye, "Kardeşlerimize dokunamazsınız" diye gürlediği zaman yeri göğü inletecek -yaptırım gücüne sahip- dört başı mamur bir İslam Birliği'ne bakıyor.
Böyle bir birliğin inşası da İslam dünyasının gözbebeği olan Türkiye'nin basiretine ve ferasetine bakıyor.
Milliyetçilik filan yapmıyoruz Türkiye'ye bu misyonu biçerken.
Bizimkisi ümmetçi bir 'pragmatizm'.
Kayna: Yeni Şafak