Araplar Saddam’dan sonra yeniden Bağdat’a döndüler. 23’üncü dönem Arap zirvesinin Bağdat’ta yapılmasının en önemli sembolik anlamı Arapların yeniden Bağdat’a ve Bağdat’ın da yeniden Araplara dönmesidir. Zirve öncesinde Suudi Arabistan ile Libya, Irak’la diplomatik ilişkilerini tazelediler. Suud Dışişleri Bakanı Suud Faysal 2005 yılı ve sonrasında Irak’la ilgili ilginç açıklamalar yapmış ve ABD’nin işgalle birlikte bu ülkeyi altın bir tepsi içinde İran’ın kollarına attığını söylemişti. Elbette Suud yönetimi Saddam Irak’ından hoşlanmadığı gibi işgal sonrası oluşan yeni Irak yönetiminden de hoşlanmıyor. Saddam’ın kontrol edilemez kişiliği Körfez ülkelerine başta siper ve zırh gibi gelse de bunun en büyük ceremesini de yine bu ülkeler çekmiştir. Bundan dolayı Suudlular yeni Irak yönetimini ve ilişkilerini dengeleme ihtiyacını hissetmişlerdir. Tamamen yalnız bırakarak daha fazla İran’ın yanına itmektense yakınlaşarak markaja almak veya dengeye oturtmak istemişlerdir. Kuveyt, Suudi Arabistan’la birlikte bu yakınlaşma politikasının mimarları arasında bulunuyor. Bundan dolayı Körfez ülkeleri arasında en yüksek katılımı Kuveyt emir düzeyinde gerçekleştirmiştir. Elbette yeni Irak karşısında en büyük kaygıyı yine Kuveyt çekiyor. Abdullah Fehd Nefisi gibiler, küçük ve kırılgan yapısı nedeniyle ve korkularından dolayı Kuveyt yönetiminin İran’a kur ve jest yaptığını ve eski Başbakan Muhammed Nasır’ın bir biçimde İran’ın adamı olduğunu ve onunla işbirliği yaptığını savunuyordu.
İran’ın Suriye’yi kaybetmesi halinde Irak’la daha iltisaklı ilişkiler geliştireceği tezleri revaç bulurken Suudi Arabistan’ın da yeni Bağdat yönetimini Şam’dan uzak tutmak için Bağdat’a yöneldiği son dönemlerin gözde yorumları arasında bulunuyor. Bununla birlikte Washington Post gazetesinin yazdığına göre düşük bir temsille Bağdat zirvesine katılan Katar’ın bu ülkenin yeni yöneticilerine bu düşük katılımla verdiği mesaj şu: Yeni dönemde Sünni kesimlerin dışlanmasından rahatsızız!
*
Şam’ın eski rakibi olan Bağdat, zirve öncesinde Suriye meselesinin gündemde olmayacağı ilan etti. En fazla konuşulan husus ise buna rağmen yine Şam oldu. Annan planını kabul ettiğini duyuran Şam ise Bağdat’tan gelen telkinlere kapalı olduğunu duyurdu. Hem çağrılmamasına içerlemiş hem de çıkacak kararları hissetmiş olmalıdır. En azından Bağdat’ta Şam rejiminin insanlığa karşı suç işlediği ilan edildi. Belki de en önemli değerlendirmelerden birisi buydu. Keza Bağdat zirvesine Arap Baharı damgasını vurdu. Mustafa Abdulcelil ve Münsif Marzuki Arap Baharının Bağdat zirvesine aksetmiş yeni çehreleriydi. Münsif Marzuki burada yaptığı konuşmada kesinlikle Beşşar rejiminin gitmesi gerektiğini vurguladıktan sonra aynen Suudi Arabistan gibi Suriye’ye müdahale için Arap Barış Gücü oluşturulmasını istedi. Bağdat bildirgesinin bana göre en boş çağrısı ‘yabancı müdahale istemeyiz’ şeklindeki klasikleşen ibaresiydi. Artık bu çağrı bayat ve banal hale gelmişti. Hatta bir nevi Şam yönetimiyle gizli dayanışma ibaresi olarak da okunabilir. Ortada bu yönde ne bir plan ne bir aktör var. Onun ötesinde muhalifleri silahlandırmaktan bile söz eden yok. Bu durumda bu sözler yasak savmak kabilinden boşluğa söylenmiş sözler makamında kalıyor. Belki de en anlamlı çağrılardan birisini Nebil Arabi yaptı ve Beşşar’ın görevini yardımcısına devretmesini ve ardından da serbest seçimler yapılmasını istedi. Aynı anda Suriye Ulusal Meclisi Başkanı Burhan Galyon da bu çağrıya iştirak etti. Belki de bu çağrı Annan Planının boşluğunu doldurmaya matuf tek somut öneriydi. Annan Planı meselenin özünü teğet geçiyor.
*
Maliki de konuşmasında iki unsura temas etti. Bunlardan birisi, Arap Baharına dalgasına Kaide’nin binmesi ihtimali. İkincisi ise muhaliflerin silahlandırılmasının Suriye’de bilvekale(proxi) savaşlarına neden olması ihtimalidir. Abdullah Fehd Nefisi gibi kimileri gelinen noktada Bağdat’ın İran’ın ön bahçesi haline geldiğini ve ikili arasındaki ilişkinin bir zamanların Suriye- Lübnan ilişkilerine benzediğini ileri sürüyor. Buna mukabil, Suriye’de bir yılı aşan halk hareketiyle birlikte Suriye’nin Lübnan’a dönüştüğünü söyleyenler de var. Lübnan eski cumhurbaşkanlarından Emin Cemayel, Suriye rejiminin men dakka dukka pozisyonuna düştüğünü ve Lübnan’a yaşattıklarının şimdi Suriye’de kendi başına geldiğini savunuyor. Elbette herkes olaylara kendi zaviyesinden bakıyor. Kaddafi de Berka’da veya benzeri yerlerde Kaide emirliği kurulacağından bahsediyordu. Velhasıl, iktidarı terk etmek istemeyenlerin yegane tesellisi veya korkuluğu Kaide meselesi olmuş durumda. Buna mukabil, Tunus veya Mısır’daki değişim şeklinin bunu önlemenin en kestirme yolu olduğunu görmek istemiyorlar. Beşşar Esat’ın Arap zirvesinin sonuçlarından veya bildirgesinden memnun kalmadığını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Lakin muhaliflerin ve Suriye halkının da bu sonuçlardan hoşlandığını söyleyemeyiz. Bağdat zirvesi ne İsa’ya ne e Musa’ya yaranmıştır! Ve Suriyeli muhaliflerin bu Cuma ki parolası şu: Araplar ve Müslümanlar bizi yüzüstü bıraktı… Bu slogan da klasikleşse de tıkanmayı göstermesi açısından yine de manidar.