Bir zamanlar, ki epey kötü zamanlardı onlar, Almanya konuştuğunda dünya titrerdi. Şimdi bu ülke pek dikkat çekmiyor. Sözgelimi son birkaç haftadır sadece Amerikan televizyon ve gazetelerine bakmış olsay-dım, Avrupa'nın en önemli ülkesinde seçim yapıldığını bilemeyebilirdim. Keza Britanya Başbakanı Gordon Brown'ın parti konferansında batan gemisi için cilalı bir seyir reçetesi önerdiğini de.
Bu Amerika'nın değişen önceliklerinin (Afgan seçimi Almanya veya Britanya seçiminden daha önemli) ve dış haberlerin ağırlığında görülen genel bir azalmanın yansımasından ibaret değil. Çin, Hindistan veya Brezilya'da olsay-dınız farklı bir manzarayla karşılaş- mazdınız. Avrupa'nın ciddi siyaseti değil, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi veya Prens Harry'nin maskaralıkları ses getiriyor. Avrupa ne dikkatleri çekecek kadar tehlikeli (bugünün Nazileri Veziristan'da) ne de Çin'in yaptığı gibi o dikkate hükmedecek kadar dinamik ve etkili. Avrupa güzel, sıkıcı ve konudışı.
Almanya'da 'merkez' kazandı
Birçok bakımdan bu büyük bir başarı. Avrupa'nın bu kadar ciddi bir mali ve ekonomik kriz yaşadığı, işsizliğin tavan yaptığı son seferde Almanya güzel ve sıkıcı olanı seçmemişti. Bu kez merkez zafer kazandı. Soldaki küçük partilerin yanı sıra sosyal ve ekonomik olarak liberal Hür Demokratlar da başarı elde etti, fakat sağda büyük bir dağılma yaşanmadı. "Suçu yabancılara atıp kurtul" siyaseti sonuç vermedi.
Angela Merkel Avrupa'nın en dikkat çekici liderlerinden biri olarak statüsünü teyit etti. Dikkat çekiciliği, o parlak dikkat çekici olmama numarasından kaynaklanmıyor sadece: Açık konuşuyor, mütevazı, ayakları yere basıyor; o kapı komşusu 'Angie'.
Hür Demokratlar'la kuracağı bir koalisyonda Merkel bazı vergi kesintileri için hızlı adımlar atma, nükleer enerji santrallarının ömrünü uzatma ve belki emek piyasasını serbestleştirme şansına sahip olacak. Fakat serbest piyasacılar aşırı umutlu olmamalı, ne de sosyal demokratlar aşırı korkulara kapılmalı.
2. Merkel, birincisinden o kadar farklı olmayacak. İlk döneminde merkezden yönetmesi Sosyal Demokratlar'la büyük koalisyonda mecburiydi, fakat bu aynı zamanda onun tercihiydi de. Seçimi merkezde durarak kazandı.
Zaten kampanya sloganı da bu açıdan gayet basitti: Die Mitte, yani merkez.
Ve duracağı yer de merkez olacak. Almanya'nın kılı kırk yaran kuvvetler ayrılığı sistemi, her durumda hızlı, radikal değişim aleyhinde işler. (Merkel üst mecliste kıl payı çoğunluğa sahip, fakat bunu gelecek yıl tekrar kaybedebilir.)
Sosyal demokrasinin ölümüne dair söylentilerse özünde fazla abartılı. Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğu bugün ekonomik liberalizmle sosyal demokrasinin bileşimi olan sistemlere sahip.
Britanya'da Tony Blair Thatcherizm'in bir sürü yönünü benimseyerek kazandı; Muhafazakâr Parti lideri David Cameron gelecek yıl kazanırsa, bunun nedeni Blaircılıktan bir yığın şey devşirmesi olacak. Britanya'daki seçim yarışı da merkezde geçecek. Avrupa çapındaki bu merkezciliğe asıl itiraz, yeterli büyüme ve en önemlisi yeterince iş sağlayamaması halinde ortaya çıkacak. Almanya'daki Yeşiller ve Sol Parti gibi küçük partilerin oyları her yerde artıyor. Fakat şu an için merkez yerini koruyor.
Merkel ve çok büyük ihtimalle dışişleri bakanı olacak liberal Guido Westerwel-le'nin ortaklığında bir hükümet Alman- ya'nın dış politikasında da çok değişiklik yapmayacak. Almanya Rusya'nın Avrupa'daki en büyük ortağı olmayı sürdürecek. (Yeri gelmişken, Federal Cumhuriyet Helmut Kohl'ün 20 yıl önce Mihail Gorbaçov'a verdiği sözü tutmayı sürdürüyor:
Rus liderinin Alman birleşmesine rıza göstermesi karşılığında çok daha kapsamlı ekonomik işbirliği.) ABD'nin iyi dostu olmaya çalışacak, fakat Alman askerlerini Afganistan'da riske atmaktan kaçınacak ve İran'la ticareti kitabına uygun biçimde sürdürmek için elinden geleni yapacak. Yani Almanya, ABD Başkanı Obama'nın dış politika hedeflerine ulaşması açısından ne büyük bir katkı sağlayacak ne de büyük bir engel teşkil edecek.
Vatandaş bu durumdan memnun
Koalisyon kurma telaşıyla geçecek bir ay içinde ayrıntılar netleşecek. Merkel, "Dünya liderleri 9 Kasım'da Berlin'e geldiğinde, onları yeni bir hükümetle karşılamayı tercih ederim" diyor. 9 Kasım, yani Duvar'ın yıkıldığı gün. Ve aniden 1989'un umutlarını ve korkularını hatırlıyorsunuz. Birleşik Avrupa'nın tam kalbinde, dünyaya örnek olan bir Almanya. Ya da Britanyalılarla Polonyalıların aşırı uçuk fantazileri itibarıyla, Dördüncü Reich olarak Almanya. Ortaya hiçbiri değil... guguklu saat çıktı. İsviçre'nin irisi bir Almanya.
Ve Almanya bu konuda yalnız değil. Avrupa'nın tamamı koca bir İsviçre gibi. Daha büyük ve daha küçük kantonları var, her biri geleneklerini ve özyöneti-mini hararetle savunuyor. Slovenya ve Fransa kantonu, Britanya ve Lüksemburg kantonu var. Bazıları diğerlerinden daha önemli, fakat hiçbiri alışık olduğunun yarısından daha önemli değil. Ya da (Fransa ve Britanya örneğindeki gibi) hâlâ önemli olduklarını sanıyorlar.
Büyük İsviçre vatandaşların hepsine olmasa da çoğuna ve göçmenlerin çoğuna olmasa da bazılarına yüksek bir güvenlik, zenginlik, özgürlük ve sosyal refah düzeyini garanti ediyor. Vatandaş için burası yaşanacak en güzel yerlerden biri.
İsviçre olmakla ilgili asıl sorulması gereken soru şu: Biz Avrupalılar böyle olmaktan memnun muyuz? 21. asırda istediğimiz bundan mı ibaret? Bence birçok Avrupalı kalben 'evet' cevabını verecektir. Ya da belki daha doğrusu: Bundan daha fazlası olmak istiyorsak gerecek şeyler için oy ve para vermeye gönüllü olmayacaktır. Yani cevap aşikâr bir tercihten ziyade, gıyaben gelecektir.
İrlanda'yı zorlamak yanlış
Bu noktadaki sorunsa şu: İsviçre olmayı tercih ederek, fiilen büyük İsviçre olmamızı mümkün kılan koşulları uzun vadede adım adım kaybedeceğiz. Zira ortak bir Avrupa dış politikasına sahip olmak kendi başına bir kuvvet ifade etmiyor, o kuvveti korumak ve bütün Avrupa ülkelerince paylaşılan ve Avrupalı olmayan devler tarafından giderek meydan okunan çıkarları ileriye götürmek gerekiyor. Bu tercih açısından Almanya önemli. Britanya da önemli ve muhtemelen Muhafazakârlar'ın iktidarında yanlış istikamete sapacak. Fakat bu hafta bu açıdan en önemli ülke İrlanda. Zira bir kez daha Lizbon Anlaş-ması'nı oylayacak. Dünyada Avrupa'nın sesinin daha güçlü çıkmasını istiyorsak, İrlanda'dan 'evet' çıkması gerekiyor.
Demokratik açıdan ilk referandumdan çıkan 'hayır'ı sonuçtan saymamakla ilgili problemli bir yan vardı. Fakat yine demokratik açıdan, Rupert Murdoch'un sahibi olduğu gazetelerin İrlanda tartış-masında böyle bir rol oynamasında da problem var. İrlandalılar kendi kararlarını kendileri vermeli; kendi gerekçelerine dayanmalı ve 'kötü' bir tercihten kaynaklanacak vahim sonuçlara dair hiçbir tehdite maruz bırakılmamalı. Fakat Avrupa'nın geleceği için İrlanda'danın tercihi belki de Almanya'nınkinden daha önemli. (30 Eylül 2009)
Kaynak: Radikal