Avrupa vicdanı ve İsrail

İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bugünbelki de ilk defa Avrupa’da Almanya ve Avusturya’nın önde gelen aydınları ülkelerinin Yahudi soykırımı sonrası İsrail ile kurdukları özel ilişkinin “gözden geçirilmesini" talep etiller.

2006 yılında aralarında Prof. Udo Steinbach, Prof. Jörg Becker ve Erich Schmidt Engboom'un bulunduğu Alman ve Avusturyalı bilim adamlarıyla aydınların yer aldığı bir grup, "25'lerin Manifestosu" başlıklı bir bildiri yayımlamıştı. Avrupalı aydınlar, "Almanya, holokosttan dolayı kayıtsız şartsız İsrail'in varlığı ve refahını desteklemelidir. İsrail uluslararası hukuku ve insan haklarını ihlal ettiği durumlarda da bu destek verilmelidir" olarak tanımlanan özel ilişkiye karşı çıkıyordu. Bu anlayışa tepki gösteren aydınlar, hükümetlerine bu konuda yeniden düşünme ve ilişkileri gözden geçirme çağrısında bulunuyordu. Yahudi soykırımının "dikkate alınmayan" neticelerinden birinin Filistin halkıyla ilgili olduğu dile getirilen bildiride, Ortadoğu meselesinin oluşmasında Filistin halkının rolü olmadığı vurgulanıyordu. "25'lerin Manifestosu"nda Avrupalıların kendi sorunlarından birini Ortadoğu'ya "nakletmelerinde" Filistin'in herhangi bir rolünden söz edilemeyeceği ifade ediliyordu. Bildiride, Almanya, Avusturya ve Avrupa'nın sadece İsrail'e karşı değil, Filistin halkına karşı da sorumlu oldukları vurgulanıyordu. (Zaman, 15 Kasım 2006.)
     
Bildirinin dikkat çekici noktası, “Avrupalıların kendi sorunlarından birini Ortadoğu’ya naklettikleri ve bundan Filistinlilerin hiçbir rolünün olmadığı” hususunun vurgulanmasıydı. Bildiri her ne kadar “insani tarafsız bir fikir beyan etme” etkinliği gibi görünüyor idiyse de, hakikatte çok derinlerde başlamış bulunan bir değişimin işareti sayılırdı.
     
Batı, tarih boyunca Yahudilerle sorunlu ilişkiler yaşamıştır. Sıradan bir Hıristiyan algısına göre –ki aslında bunun basit bir algıdan çok, teolojik doktriner temelleri olan bir ‘inanç’ olduğunu söylemek mümkün- Yahudiler “Tanrının katili bir ırktır”. Sebebi açık: Tanrı biricik oğlunu kurtuluş olarak dünyaya göndermişken Yahudiler onun ölümüne sebep olmuşlardır. Hıristiyan inancına göre İsa, “hem tanrı, hem tanrının oğlu”dur. Haşa!
     
Bu inanç tarih içinde Yahudilerin Hıristiyanlar tarafından sıkı takibatlara uğramalarına ve genel toplumsal hayattan tecrid edilmiş olarak gettolarda yaşamaya mahkum edilmelerine sebep olmuştur. Hiçbir zaman kendilerini güvende hissetmeyen Yahudiler, hini hacette servetlerini yanlarında taşıyabilmenin formülünü aradıklarından eğitim ve ticarete önem vermişlerdir. Zaman içinde bulundukları toplumda servetin kontrolünü ellerine geçirmişlerdir ki, Batı kapitalizminin teşekkülünde faiz-kredi sistemi Yahudilerin Avrupa’ya bir armağanıdır. Bu da Yahudi olmayan sınıfların kıskançlık duygularını tahrik eden önemli bir amil olmuştur.
     
Batılılar başkalarıyla barış içinde ve belli bir hukuk geliştirerek yaşama tecrübesine sahip değildirler. Onlar için kendilerinden olmayan herkes “şeytanlaştırılmaya açık bir öteki”dir. Ötekinin tehdidinden salim olabilmek için üç yol izlenmelidir: a) Asimilasyon; b) Etnik/dini arındırma; c) Jenosit.
    
Yahudiler asimile olmayacak kadar kendi dini-etnik köklerine bağlı yaşar. Esasında onları tarih içinde ayakta tutan bu derinlemesine kök salan dini referansları (Tevrat, Talmut vs. ile diyaspora hayatlarının pekiştirdiği) kimlikleridir. Bu durumda onları ya “etnik arındırma”ya tabi tutmalı –ki Romalılar öyle yapmıştır, Babil dahil çeşitli sürgünler bunun sonucudur- veya jenositten geçirmelidir. Nazilerin 20. yüzyılın ortalarına doğru yaptıkları budur. Kaç milyon öldürüldüğü tartışmalı olsa da –ki Yahudilerin iddiası 6 milyondur- bu dehşet verici soykırıma sadece Almanlar değil, Fransızlar ve diğer Avrupalı ırklar da katılmıştır.
     
İşte Nazilerin savaşı kaybetmesinden sonra “İsrail” adlı bir devlet bu şartlarda kurulmuştur. Açıktan telaffuz edilmiyorsa da, gerçekte İsrail’in kuruluş gerekçeleri şöyle sıralanabilir:
1) Yahudilerden tamamen kurtulup onları Kıta Avrupası’nın dışına atmak;
2) Bir daha kendini toparlayamayacak şekilde İslam ümmetinin tam kalbinde derin bir yara açmak ve hep onları İsrail’le meşgul etmek;
3) Nazilerin irtikab ettiği soykırım dolayısıyla Yahudilere karşı duyulan suçluluk duygusunu bir “devlet” ile telafi etmeye çalışmak;
4) Ve elbette Batı’nın çıkarlarını bölgede temsil edecek bir “ön karakol” oluşturmak.
     
Batı kamuoyu ve aydınları İsrail’e karşı sessiz davranırken daha çok 3. şıkkı göz önüne almaktadırlar. Ama artık anlaşılan verilen kredi tükenmek üzeredir, sabrın sonuna yaklaşılmış bulunmaktadır. Çünkü dünyaya BM İnsan Hakları Evrensel Sözleşmesi, AB kriterleriyle hukukun üstünlüğü, temel haklar ve özgürlükler gibi değerler empoze ederken, İsrail’in genel hukuki teamüller ve müeyyidelerden muaf tutulması, en azından bir tutarsızlık, politik bir samimiyetsizlik olarak sırıtmaktadır.
      
Bu perspektiften Avrupalı aydınlar ilk defa cesaret göstererek bir tepki verdiler. Amerika’dan böyle bir tepkinin gelmesi şimdilik çok güç. Çünkü Amerika-Yahudi ilişkisi başka bir bağlamda kurulmuş olup Hıristiyan fundamentalizmi, yani Evanjeliklerin kıyamet senaryolarıyla doğrudan ilgisi var. Şimdilerde Amerika, İsrail’i yeni konjonktüre göre ‘barış’ istikametinde bir tutum almaya zorluyorsa, 1948’den beri bulundukları ülkelerin iktisadi, ticari, siyasi hayatını kontrol eden Yahudilerin İsrail’e göçmelerinin kendileri açısından hiç de kazançlı olmadığını deneysel olarak öğrenmiş olmalarıdır.