Uluslararası siyaset ormanının zemininde dört-beş leopar, envai çeşit yılan, bir avuç maymun ve karıncalar gezinir. AB'yse gamsız, çok başlı bir canavar misali kalabalıktan uzak durmaya niyetli görünüyor.
Belçika Başbakanı Herman van Rompuy'un AB'nin ilk tam mesaili başkanlığına, Britanyalı Catherine Ashton'ın da dış politika şefliğine ataması, AB'nin küresel rolünü ve imajını üst düzey uluslararası ilişkilerde hiçbir tecrübesi bulunmayan iki şahsiyete emanet ediyor. Bu tercihler, Avrupa'nın kolektif nüfuzunun dünya çapında daha etkin karşılık bulmasının önemine dair yıllardır demediğini bırakmayan AB liderlerinin savlarıyla çelişen bir görüntü arz ediyor.
Ashton, 27 üyeli AB içinde siyasi denge hesaplarının tetiklediği bir son dakika tercihiydi. Perşembe günü Brüksel saatine göre 17.00'a dek, Ashton seçileceğinden haberdar değildi. Bu görevin ona armağan edilmesinin başlıca nedeni, Britanya'ya eski başbakanı Tony Blair'in başkanlık hevesinin kursağında kalmasının karşılığının ödenmesi gereğiydi. Bir diğer neden de, Avrupa'daki sosyalist partilerin dış politika koltuğunun kendi siyasi ailelerinden birine verilmesi talebiydi.
Üçlü ve karmaşık bir liderlik
Bunların hiçbiri Van Rompuy ve Ashton'ın yeteneksiz olduğu anlamına gelmiyor. Almanya Başbakanı Angela Merkel'in de dediği gibi: "Ben karak-terlerin görevlerin ölçüsüne uymasının mümkün olduğuna inananlardadım." Merkel buna iyi bir örnek; Lutherci bir papazın komünist Doğu Almanya'nın kasvetinde yetişen kızı, bugün Avrupa'nın en büyük ülkesini yönetiyor.
Fakat bu atamalar Avrupa'nın, nüfuzunu hızla yitirdiği uluslararası düzendeki derin değişikliklere yeterince hızla adapte olmadığını ortaya koyuyor. Avrupa bu sorunun farkında. Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso eylülde bir sonraki komisyon için siyasi prensiplerini sunarken şunları söylemişti: "Avrupa için bu bir hakikat anıdır. Avrupa tayin edici bir soruya cevap vermeli. Kendi değerlerimiz ve çıkarlarımız temelinde küreselleşmeye öncülük edip onu şekillendirmeyi istiyor muyuz? Yoksa inisiyatifi başkalarına bırakıp onların şekillendirdiği bir sonucu mu kabulleneceğiz?
Alternatifler gün gibi ortada. Kesin bir tercih yapılması gerek. Ya Avrupalılar bu meseleyi birlikte göğüsleyecek, ya da etkisiz bir konuma sürükleneceğiz."
Avrupa'nın tarihsel teşhisi şöyle ilerliyor: 1500'le 1900 arasında yükselen Avrupa dünyaya egemen oldu; İspanya, Britanya ve Fransa büyük denizaşırı imparatorluklar kurdu. İki dünya savaşı Avrupa'nın üstünlüğünü yok etti, kıtayı ABD öncülüğündeki batıyla Sovyet kontrolündeki doğu arasında böldü. Savaşlar Avrupa milliyetçiliğinin ölümcül potansiyelini açığa vurdu ve egemenliği AB çatısı altında birleştirme deneyimine yolu açtı.
1989'da komünizmin çöküşü kıtanın bölünmüşlüklerini ilelebet yok etmek yönünde kaçırılmaz bir fırsat yarattı. Fakat bugün küreselleşme dünyayı acımasız bir Büyük Güç politikası çağına sürüklüyor; bu süreçte Avrupa'nın, Brezilya, Çin, Hindistan, Rusya veya ABD tarafından kenara itilmekten kaçınmak için bir arada hareket etmesi gerekiyor.
Avrupa'nın reçetesi, uyumunu artırmayı ve küresel nüfuzunu yenilemeyi amaçlayan bir dizi reformu öngören Lizbon Anlaşması. Anlaşmanın ana özellikleri arasında, giderek etkisiz hale gelen altı aylık dönem başkanlığı sisteminin yerine tam mesaili bir başkanlık oluşturulması ve 1999'dan beri AB'nin dış siyaset sorumluluğunu yürüten Javier Solana'dan daha güçlü yetkilere sahip bir dış siyaset şefinin atanması var. Bu düzenlemelere dair tartışmalar sürerken, hükümetlerin çoğunun başkanlık için güçlü, siyaset belirleyen bir yöneticiden ziyade daha düşük profilli, uzlaşma inşa eden birini tercih ettiği açıkça görüldü. İşte bu tercih, Blair yerine Van Rompuy'un atanmasında tezahürünü buldu.
Fakat Van Rompuy'un ABD Başkanı Barack Obama ve Çin Devlet Başkanı Hu Jintao gibileriyle eşit zeminde muhatap olması pek mümkün görünmüyor. Bunun nedeni sadece Van Rompuy'un tecrübesizliği ve bu görev için belirlenen referans çerçevesinin çok dar olması değil, sahneyi Barroso ve Ashton'la paylaşmak zorunda kalacak olması. Ashton'sa prensipte daha güçlü bir pozisyonda olacak. Milyarlarca avroluk bir bütçeyi ve dünyanın dört bir köşesinde görev yapan binlerce kişilik bir ekibi kontrol edecek. Lizbon Anlaşması'na göre Ashton, "AB'nin ortak dışişleri ve güvenlik politikasını yürütecek."
Oybirliği şartı devam ediyor
Fakat görev tanımı, 'Komisyon başkan yardımcısı' sıfatını taşıyor. Bu bakımdan Ashton'ın Barroso'ya tabi olacağı durumlar ortaya çıkacaktır. Dahası Lizbon Anlaşması'nın görev tanımı, dış siyasetin 27 hükümetin oybirliğini gerektirmeyi sürdüreceği gerçeğini gözlerden gizliyor.
AB kadar pazarlığa ve karmaşık dengelere müptela bir örgütte perşembe akşamı yapılan zirve gibi bir olayın ardından kazanan ve kaybedenleri belirlemek kolay olmaz. Bazıları AB'nin yeni üçlü liderliğinin en güçlü ismi olarak Barroso'yu gösterecektir. Bazıları Ashton'ın ve arkasındaki kurumsal ağırlığın hafife alınmamasını nasihat edecektir. Fakat muhtemelen asıl kazananlar AB hükümetleri ve Avrupa Parlamentosu'na egemen olan çok uluslu, merkez sağ ve merkez sol parti grupları. Ulusal liderler bu iki yeni ve üst düzey makama kendilerini gölgede bırakmayacak isimleri seçti. Tercihleri, siyasi parti gruplarının taleplerinin etkisi altında kaldı. Dünyanın geri kalanı muhtemelen verilen mesajı kaçırmaz. (20 Kasım 2009)
Kaynak: Radikal