'Avrupa Birliği'ni Türkiye'ye getirmek'


 
Türkiye, AB için bir dönüm noktası olacaktır; çünkü Türkiye'yi AB'ye almakla topluluğun bu soruya net bir şekilde yanıt bulması gerekecektir: AB yalnızca ekonomik bir topluluk mudur, yoksa bütünleşmiş ve kendi başına ekonomik, askeri ve politik bir güç mü olmak istemektedir?

Uzun bir süreden beri Avrupa'da, Türkiye'de milliyetçi ve AB karşıtı bir kamuoyunun yükselmesine ilişkin kaygılar fark edilmektedir. Acaba Avrupa'daki politikacılar bu olayın ne boyutlara ulaştığının farkındalar mı?
21-26 Ocak tarihleri arasında, Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu'nun girişimi üzerine, AB tarafından finanse edilen ve Türk Gazeteciler Federasyonu tarafından düzenlenen "AB'yi Türkiye'ye getirmek" adlı bir proje çerçevesinde Türkiye'deki yerel ve bölgesel basın çalışanlarına yönelik formasyon seminerlerine eğitimci sıfatıyla katıldım. Ankara, Kırıkkale, Çorum, Konya, Zonguldak, Manisa, Kastamonu, Erzurum, Bayburt, Iğdır, Erzincan ve Ağrı illerinden gelen gazetecileri bir araya getiren bu
projenin ilk ayağı Ankara ve Erzurum illerinde gerçekleştirildi.
İlk aşamada, Ankara'daki Gazeteciler Federasyonu Kompleksinde "AB ve Türkiye" konusunda yirmi iki gazeteci buluştu. Sonraki iki gün, Erzurum'daydık. Bu çerçevede, üç gün boyunca tartışmaları yönettim. Gazeteciler Federasyonu Genel Sekreteri Süleyman Tokev'le yaptığım görüşmede, AB ve Türkiye konulu bilgilendirme programına başvuran gazetecilerin sayısının çok yüksek olduğunu ve bu yüzden katılımcıların seçiminde zorlandığını söyledi.

AB sorunları bilinmiyor
Ankara'da ve Erzurum'da, Avrupa Birliği'nin belli başlı sorunlarının yanı sıra Türkiye'nin AB'ye üyeliği süreciyle ilgili konular üzerine görüşlerimi açıkladım ve katılımcıların düşüncelerini dinledim. Yaşları yirmi bir ile elli arasında değişen ve mesleğe yeni başlayanından tutun deneyimli gazetecisine kadar, çeşitli kuruluşlardan -Anadolu Ajansı çalışanları, yerel ve özel basına mensup- kırktan fazla Türk gazetecisiyle görüştüm.
Bu görüşmeler sonunda edindiğim intibalar şunlar:
Öncelikle Avrupa Birliği'nin kuruluş felsefesi, gelişimi ve bugünkü sorunları Türkiye'de genel olarak bilinmiyor. Karşılaştığım büyük çoğunluk, Avrupa'nın şu anda, içinde bulunduğu sorunlardan ya habersiz ya da bu sorunlara karşı ilgisiz. Onların bilmek istediği "Niçin AB, Türkiye'ye haksızlık ediyor, neden Romanya ve Bulgaristan AB'ye giriyor da Türkiye giremiyor?" sorusunun yanıtı. Daha da önemlisi, 2004'ten beri AB'nin genişlemesi çerçevesinde topluluğa dâhil olan ülkelerin Avrupa Birliği için getirdikleri yükümlülüklerin, Türkiye'nin AB'ye girişiyle oluşacak yeni zorluk ve yükümlülüklere eşit olacağı konusunun çok önemsenmemesi.
Bilindiği gibi altı üyeden yola çıkan bu topluluğun bugün 27 üyesi bulunmaktadır, yalnız bu topluluğun yapısı ve çalışma kuralları altı kurucu ülke içindir; bu da büyük bir sorun. Türkiye gibi büyük bir ülkenin AB'ye girişi bu sorunu çözmeye pek de yardımcı olmayacak, tam tersine, AB'yi derin bir değişim ve gelişime zorlayacaktır.
Kısacası Türkiye, AB için bir dönüm noktası olacaktır; çünkü Türkiye'yi AB'ye almakla topluluğun bu soruya net bir şekilde yanıt bulması gerekecektir: "AB yalnızca ekonomik bir topluluk mudur, yoksa bütünleşmiş ve kendi başına ekonomik, askeri ve politik bir güç mü olmak istemektedir?"
Şu andaki AB üyelerinin her birinin bu soruya yanıtları aynı olmamakla birlikte önemli görüş farklılıkları vardır. AB bu sorulara cevap bulamadıkça, Türkiye'nin AB'ye girişi çok zor gözüküyor. Tabii ki bu arada Türkiye'ye karşı bazı haksızlıklar oluyor, bunları da unutmamak lâzım; ama yalnızca bu noktalara odaklanmak, AB'nin sorunlarını görmemek ve reformlardan soğumak yanlış bir tutumdur. Daha az duygusal davranarak ve daha kararlı bir şekilde Türkiye'nin gelişmesi için gereken reformları yapmak lâzım ve bunu yalnız AB'ye girmek için değil, Türkiye'nin gelişmiş, modern ve demokratik bir ülke olması için yapmayı göz önünde tutmak gerekmektedir.
Seminerlere katılan Türk gazetecilerin AB ile ilgili düşüncelerini özetlemek istersek; istisnasız hepsi, Türkiye'nin AB'ye asla üye olamayacağı konusunda ikna olmuş gibi gözüküyorlar. Çünkü onlara göre Avrupa Birliği Türkiye'yi istemiyor.
Burada, ulusal basındaki gazeteciler ile yerel basındaki gazeteciler arasındaki bir farkı işaret etme ihtiyacını hissediyorum. Ulusal basındaki gazetecilerin çoğu AB'ye giriş çerçevesindeki reformları desteklemektedir. Bu reformları, Türkiye'yi AB ile tam bütünleşmeye götürmese bile, ülkelerini daha fazla demokrasiye, modernleşmeye ve gelişmeye götüren bir kaldıraç olarak görmektedirler. Buna karşılık, yerel basının temsilcileri AB ile bütünleşme sürecinin gerekliliğini sorgulayacak kadar bıkkınlık içerisindeler ve de AB'ye çok şüpheli bakıyorlar. Erzurum, Bayburt, Iğdır, Erzincan ve Ağrı'dan gelen gazeteciler, AB tarafından istenen reformların Türkiye'nin Avrupa Birliği'yle bütünleşmesine değil, tam tersine "Türkiye'nin parçalanmasına ve değerlerinin kaybolmasına yönelik olduğuna" inanmış imajı vermektedirler. Onlara göre, Türkiye'ye karşı
uygulanan yaklaşımlar ve bitmek bilmeyen talepler bunun açık bir kanıtıdır. Özetle, artık Avrupa'ya güvenmiyorlar.


Fransa'nın pozisyonu
Ancak tüm bu tartışmalarda, Fransa çok özel bir yer tutmaktadır: Fransız siyasi sorumluları tarafından yapılan Türkiye değerlendirmeleri karşısında epey bir kızgınlık yaşanmaktadır. Peki Fransa'nın Türkiye karşısındaki pozisyonu nedir? Türkiye'nin AB ile hemen bütünleşmeye hazır olmadığını, Kopenhag kıstaslarına uyum sağlamak üzere reformlar yapması gerektiğini, bunun belli bir süre alabileceğini söyleyen Jacques Chirac Fransası'nın bakışı doğruydu ve şimdi daha da doğruluk kazandı. Diğer bir deyişle, Türkiye'nin üyelik sorunu bugüne ait değildir. Bu durumda, iktidardaki UMP partisinin zaten favori gösterilmediği yerel seçimlere birkaç hafta kala tuhaf bir biçimde bir grup UMP milletvekili tarafından imzalanan ve 28 Ocak 2008 tarihli Le Monde gazetesinde "Türkiye Avrupa Birliği'nde? Hâlâ ve Yine Hayır!" başlığıyla yayınlanan makale nasıl açıklanabilir?


Avrupa'nın güvenliği ve Türkiye
Kısa vadede Türkiye'yi seçim politikası malzemesine indirgemek ve hiçbir aday ülkeden istenmemiş ve zaten komisyonun da reddettiği, Türkiye'den tarihsel tanımalar talep etmek, Fransa'yı Türk kamuoyu nezdinde dost ve müttefik bir ülke konumundan ziyade "düşman" konumuna sokmaktadır. Peki, Türklerin Fransa karşıtı olmasından Fransa'nın ne çıkarı olabilir? Zira gidilen yol tam da bu yoldur. Ekonomik ve sosyal bakımdan Avrupa ülkeleri düzeyinde olmamasına rağmen, vazgeçilmez jeostratejik önemi ve güçlü ordusuyla (NATO'da Türkiye ABD'den sonra en büyük orduya sahip) Türkiye çok büyük bir ülke olarak kalmakta ve Avrupa'nın güvenliğinin muhafazasına aktif bir biçimde katkı sağlamaktadır.
Dahası, aylık olarak bir Fransızca gazetenin de yayımlandığı Türkiye, Fransa'dan ve Fransızca dilinden çok etkilenmiş bir ülkedir, Fransızca eğitim veren ve ülkede çok iyi itibara sahip yedi lise ve bir üniversitenin bulunması bunun bir örneğidir.
Ayrıca Türkiye, son yıllarda büyük bir ekonomik gelişme içindeyken Fransa'nın tutumu hem Fransız ekonomisi hem de Türk kamuoyu için telafisi zor olan bir hasar yaratmıştır. Öyle ki bu hasarın boyutları Fransa için milyar euro olarak ifade edilen maddi kayıplara ulaşmıştır. Böylece, Fransa başta Nabucco gaz boru hattı projesi olmak üzere, nükleer santrallerin inşaatı, hızlı tren ihaleleri gibi birçok önemli projeden uzaklaştırılmıştır. "İlişkiler sadece ticari anlaşmalarla olmaz," diyenlere, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin Çin ziyaretini ve Albay Muammer Kaddafi'nin Paris ziyaretini hatırlatmak yeterli olacaktır.
Sonuç olarak Türklerin, AB ile bütünleşme fikrine artık pek inanmamaları kendi başına belki 'bir sorun değildir'; ama daha kötüsü, bununla birlikte mesafeli ve hatta Avrupa karşıtı bir hale gelmeleridir. Bu durum karşısında, bazıları şunu ifade etmektedir: "Türkiye'yi sadece bu yüzden yine de AB'ye kabul etmeyeceğiz..."
Nicolas Sarkozy ve Angela Merkel'in her ikisi de Türkiye'nin AB'ye üyeliğine şiddetle karşı olmaya devam etseler de, ayrıcalıklı bir ortaklığa tümüyle razılar ve bu da Türkiye ile çok kuvvetli ekonomik ve stratejik bağların varlığını ve gerekliliğini kabul ettiklerini gösterir. Bu noktada ancak kendimize şu soruyu sorabiliriz: "Size karşı olan ve size güvenmeyen bir ülkeye ayrıcalıklı ortaklık nasıl teklif edilir?"
Bir yerlerde gerçekten bir tutarsızlık olduğu açıkça görülüyor...
 
Kaynak: Radikal