Geçen cumartesi günü, Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi'nin (BETAM) düzenlediği, Avrupa Birliği'nden diplomatların da katıldığı bir toplantıda Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği konuşuldu. Orada yapılan tartışmaların da ışığında, söz konusu ilişkinin neresinde olduğumuza bir göz atmak istiyorum.
Önce AB'ye bakalım. Ekonomik durum, parlak değil. Almanya ve İsveç büyümeye geçti, ama Yunanistan ve İrlanda'da vahim olarak yaşanan finans krizleri, benzer krizlerin Portekiz, İspanya ve hatta (ilk 6'ya dahil) İtalya'yı da sarsma olasılığı, para birliğine dahil ülke ekonomilerinin merkezi denetimi, hatta bir kısım üyelerin para birliği dışına çıkarılmaları gereği üzerine tartışmaları tetikliyor. Denebilir ki AB'de ekonomik bütünleşme tökezliyor. Siyasi durum, daha vahim. Başta Avusturya, Hollanda, Danimarka, İsveç ve şimdi Yunanistan'da olmak üzere göçmen ırkçı-İslamofobik akımlar yükselişte. Avrupa Yahudi-Hıristiyan ilkeleri üzerine mi kuruludur, yoksa insan hakları ve demokrasi ilkeleri üzerine mi tartışması yeniden gündemde. Her iki alandaki gelişmelerin de barış ve demokrasi kalesi olarak AB projesini hırpaladığı muhakkak.
Türkiye'ye gelince: Hem ekonomide, hem de siyasette sorunlar var, ama denebilir ki Türkiye siyasi ve ekonomik istikrar içinde büyüme ve demokrasisini yerleştirme imkânını yakaladı. Müslüman çoğunluklu bir piyasa demokrasisi olarak yumuşak gücü ya da çevresine esin kaynağı olma yeteneği artıyor.
AB'de Türkiye'nin üyeliği konusunda bölünme büyüyor. 16 Aralık'ta Türkiye'nin ele alınacağı AB Konseyi toplantısı öncesinde Britanya, İtalya, İsveç ve Finlandiya dışişleri bakanlarının New York Times'da yayımlanan (10 Aralık) makalelerinde ifade edildiği gibi, Avrupalı elitlerin önemli bir kesimi, hem AB ekonomisine dinamizm kazandırılması, hem de AB'nin dayandığı temel ilkelerin (yani insan hakları, hukuk devleti, demokrasi ve azınlıklara saygı) güçlendirilmesi açısından Türkiye'nin üyeliğinin taşıdığı büyük önemi vurguluyor. Öte yanda, başta Fransa, Avusturya, Hollanda olmak üzere kimi ülke elitleri arasında Türkiye'ye muhalefet çirkin boyutlara varmakta.
Özellikle Fransa ve Almanya'dan gelen muhalefet, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliğini kendi koşullarıyla çözüm için kullanması Türkiye'de AB üyeliği lehindeki geniş mutabakatı çökertti. Ama toplumun hâlâ yüzde 40 dolayında bir bölümü üyeliği desteklemeye devam ediyor. Britanya, İtalya, İsveç ve Finlandiya dışişleri bakanlarının ima ettiği üzere Türkiye'nin üyeliği AB'yi kurtaracak adım mıdır, bilemiyorum. Ama Türkiye'nin AB üyeliğinden kazanacağı çok şey olduğu muhakkak. Ankara bunun temel hedef olduğunu tekrarlıyor. Bundan vazgeçilemez.
Oysa katılım müzakereleri tıkanma noktasında. Belçika'nın dönem başkanlığında hiçbir fasıl müzakereye açılamadı. Bunun başlıca sorumlusu Ankara'nın rekabet faslının açılması için gerekli reformları tamamlamamış oluşu. Bu fasıl açılsa da, müzakere edilebilir fasıllar tükenmek üzere. Belçika dönem başkanlığı, müzakerelerin tıkanmaması için bir girişimde bulundu: Türkiye'nin Kıbrıs Rum gemilerine bir limanını ve uçaklarına hava sahasını açması karşılığında iki faslın daha müzakereye açılmasını sağlamayı önerdi.
Yunanistan Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'de genel seçimlerden sonra bir AB-Türkiye zirvesi önerisi, ilişkiye dinamizm kazandırmak konusunda ne yapılabileceğini gündeme getirecek yerinde bir girişim olabilir. Ne var ki AB'ye katılım sürecinin tıkanmaması herkesten önce Türkiye'nin çıkarına. Bunun için, öteden beri savunduğum, Ankara'nın (bir adım önde olma ilkesi uyarınca) Rum gemilerine 1998'e kadar açık olan limanları (gerekirse tekrar kapatmak üzere) açması ve Kıbrıs'tan bir miktar asker çekmesi. Bu adım, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin tanınması anlamına gelmez, ama müzakere sürecinin tıkanmasını engeller. En azından Belçika girişimine destek verilmeli.
Zaman