Atatürk ve Türk dış politikası



Walter Russel Mead, American Interest’te şöyle yazmış: “Atatürk’ün batı yönelimi, Türkiye’nin zengin ve teknolojik bakımdan ileri batıdaki yerini bir yere kadar sağlamlaştırmaktaydı; Türkiye’yi doğudaki bölücü çatışmalara da sımsıkı kapatıyordu. Batıya karşı duyulan hayal kırıklığı, anlaşılır bir şekilde bazı Türklerin doğuya doğru bakmasına yol açıyor; ortaya çıkacak sonuçların ise Atatürk’ün Türk ulusal stratejisini çürütmesi değil de haklı çıkarması daha muhtemeldir.”

Bu açıklama, Mead’ın şu anki Türk hükümetinin “Atatürk’ün görüşünden” uzaklaştığını abartmasına yardım eden önemli birkaç eksikle mâlûldür. Atatürk ülkenin başındayken, Türkiye, Irak’ın kurulmasından sonra yıllarca çözümsüz kalmış Musul Vilâyeti’nin kontrolü gibi “doğudaki” ihtilaflara müdahildi. Türkiye daha sonra, kısa ömürlü Hatay Cumhuriyetini ilhak etti. Çok yakın tarihte ise PKK ile mücadelesi, Türkiye’yi Öcalan’a barınak sağlayan Suriye’yle 1998’de savaşın eşiğine getirmişti. Karabağ, Ermenistan’ın desteğiyle Azerbaycan’dan koptuktan sonra, Türkiye Azerilerle aynı safta buluştu ve bugün de kapalı duran Ermenistan sınırını kapattı. Zaruri olarak, Türk siyasetinde bir “doğu” boyutu her daim olagelmiştir.

Atatürk’ün doğuda en çok sakınmak istediği şey, Türkiye’yi kendi kendine zarar verecek türde bir mâceraya itebilecek, Yunan Megalo İdea’sından kaynaklanan bir Pan-Türkçülüğün ayartıcılığıydı. Atatürk kesinlikle bir Türk ulusçusuydu fakat Anadolu’ya kök salmış ve orayla sınırlı bir Türk ulusu tasavvur etmiştir. Enver Paşa’yı sürgünde Orta Asya’daki Türkî halkları toparlamak gibi nâfile bir misyona soyunduran Pan-Türkçü yanılgılar, Türk dış politikasına hiçbir zaman rehber kılınmamıştır ve Çin’i ziyaret fırsatıyla Urumçi’ye yaptığı ziyaret bir yana, Tayip Erdoğan Pan Türkçülüğe hiç ilgi göstermemiştir. Bilakis Atatürk, Türkiye’nin tüm komşularıyla barış içinde olması ve tam bir tarafsızlık sergilemesi gerektiğine inanmıştır.

Açıktır ki Türkiye NATO’ya katıldığı anda tarafsızlıktan vazgeçmişti ama asıl önemlisi, bu adımın, Atatürk’ün mirâsından Erdoğan ve AK Parti’nin yapmayı teklif ettiği her şeyden çok daha önemli bir kopuş olduğunu anlamaktır. Sonraki Kemalistlerin yaptıklarıyla Atatürk’ün onlardan yapmasını istediği şeyleri kolayca birleştirmekten sakınmalıyız. AK Parti’nin “komşularla sıfır sorun” politikası, Sovyet karşıtı ve sonra da Hüseyin karşıtı Kemalist haleflerin politikalarına nazaran, Atatürk’ün ve başlarda İnönü’nün de izlediği dış politikayla aynı çizgide olmaya daha yakındır. Şimdi mademki Sovyet tehdidi ortadan kalkmıştır, Türkiye’nin orijinal dış politika duruşundan vazgeçmesinin pek bir anlamı da yoktur.

Neticede, eski Sovyet tehdidi ortadan kalkmışken Türkiye, cephe ülke gibi işlev görmeye niçin devam etmek zorunda olsun? Türkiye, hem de Türklerin pek çoğu komşularını tehdit edici bulmazken, komşularına karşı Amerikan askeri operasyonları için harekât merkezi olmayı niçin sürdürsün? Son birkaç yıldır bahse değer olan bir şey varsa o da Türkiye’nin Washington’ın tehdit olarak gördüğü yönetimler dâhil komşularıyla ilişkilerini iyileştirmeye gayret etmesi değil Washington’ın, Türkiye’nin batı güvenliğine mensûbiyetini, Türkiye’nin ulusal çıkarları ve orjinal Türk dış politika geleneğine ters düşürmede ısrar edip dururken Türkiye’nin batı güvenlik yapılarına bağlı kalmayı hâlâ sürdürmesidir. Eğer Türkiye katı tarafsızlık politikasına tekrar dönse, Atatürk’ün mirâsına daha uygun hareket etmiş olacaktır. Amerika, Türkiye’nin ittifakından istifade etmeyi sürdürürken, Amerikalılar da Türkiye’nin şu anki hükümetinin, Atatürk’ün ülkesi için istediği şeyle doğrudan çatışma içinde olmasına rağmen II. Dünya Savaşı sonrasında Türk dış politikasında yaşanan eksen değişimini koruma istekliliğinden hoşnut olmalıdırlar. Kaldı ki kurucuların siyasi tarafsızlık görüşünü benimsemiş olsak, hem Amerikalılar hem de Türkler bunun faydasını görecektir.

Kaynak: American Conservative

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı